18 Ağustos 2014 Pazartesi

Dikkat "sahte" şiir! Dikkat "sahte" Can Yücel !

pR
İnternette sahte şiirler dolaşıyor...“Şiir gibi (!)” ama şiir olmayan, saçma sapan, kafiyeli cinaslı mani kıvamında duygusal sözler, ucuz romantik, klişe hayat öğütleri, sözüm ona bilgelik reçeteleri “kopyala-yapıştır” yöntemiyle yayılıyor. Sahte Mevlana sözleri, sahte Can Yücel şiirleri, kirli bilgi, sahte şiir, sahte söz öyle bir hızla yayılıyor ki; google tembelliğinden muzdarip birçok anlı şanlı yazar da buna katkıda bulunuyor. Nazlı Ilıcak'ın bir yazısında “Mevlana der ki....” diye Can Dündar’dan alıntı yaptığını anımsarsınız!


Sahte” Can Yücel şiirleri ise ders kitaplarına bile sızmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2013- 2014 eğitim öğretim yılı için ortaöğretim 10. sınıflara dağıttığı “Dil ve Anlatım” kitabında “Herşey Sende Gizli” adlı şiir Can Yücel imzasıyla  girmiş! “Sevdiğin kadardır ömrün.../Gülebildiğin kadar mutlusun./ Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin/ Sakın bitti sanma her şeyi / Sevdiğin kadar sevileceksin.” dizelerinin yer aldığı bu şiir “sahte”. İnternette çok dolaşan “Sağlık olsun/Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama/Yarım saat erkene kurulsun saatin./Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin../Pencereni aç,/ yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin...” dizelerinin yer aldığı şiir de elbette sahte...Bir başka paylaşım rekorları kıran “sahte” Can Yücel şiiri de “Ömür dediğin üç gündür/ Dün geldi geçti yarın meçhuldür/ O halde ömür dediğin bir gündür/ O da bugündür” dizelerinin yer aldığı “Farkında Olmalı İnsan” başlıklı şiir. Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan da bu şiiri çok beğenmiş, “Duvarımıza asalım. Hayret Can Yücel'den beklemezdim” demiş. Biz de beklemiyoruz! Ailesi de beklemiyor, sahte şiirlerin peşine düşen Prof.Dr. Semih Çelenk de beklemiyor!...


Güler Yücel, -Kemal Öncü’nün kendisiyle yaptığı söyleşide - eşine mal edilen sahte şiirlere “Bu şiirler Can’ın biçemine aykırı, espri anlayışından yoksun, zekâsına uygun değil, muhalif duruşunun zerresi yok... Bu tür ona aykırı şiirlerin böyle ve özellikle yayılması, yaygınlaştırılması, gerçek Can Yücel’i unutturup uyduruk bir Can Yücel üretmeye hizmet ediyor gibi” diye isyan etmişti. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr. Semih Çelenk de iş edinmiş “Can Yücel'in olmayan şiirler” listesi hazırlamıştı geçen yıl. Tam, 31 şiir vardı bu listede, şimdi 40'a ulaştığını söylüyor. Prof.Dr. Çelenk'e bu sahte şiirlerin peşine düşme öyküsünü sorduk:

Orta okuldan beri, yani yaklaşık otuzbeş yıldır Can Yücel okuruyum. Şiiriyle ilgili incelemelerim var. Can babanın sağlığında sohbetimiz de vardı. Şair tavrını korumak için hiçbir sürekli işe girmemiş, duruşunu korumak için parasızlığı seçmiş bir şair. Şimdi bu komik, uyduruk, romantik, metafizik şeylerin altında ismini koyuyorsun. Bunları görse kahrolurdu. O sahte şiirleri görünce şok oluyorum. İnternet ortamı çöplük. Bir, iki, beş derken YouTube'da onlarca video koydular, Selçuk Yöntem, Oktay Kaynarca okuyor...50 milyon ziyaretçisi olan siteler var, 300 bin kez aynı şiir paylaşılmış. Dini içerikli bir site var, google +' ya bakın, 47 milyon tıklanmış. Sayfanın adı Can Yücel, ama koydukları bütün şiirler sahte. Gerçek Can Yücel okuru 3- 5 binse, orada milyonlarca kişi var paylaşan. Giderek korkunçlaşıyor. Sevdiğim şaire karşı bir gönül borcu bu, misyoner gibi çalışıyorum.”

YouTube'da “Her Şey Sende Gizli” sahte şiirinin okunduğu birçok video var, üstelik 1-2 milyon dolayında ”tıklanmış” bu videolar. Can Yücel'in dünyasıyla, hayatıyla, duruşuyla, diliyle, sesiyle, sözüyle ilgisi olmayan “şiirler” Semih Çelenk'i çileden çıkarmış. Son günlerde “Ülke bölünsün istiyorum: yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa. Onurlu, şerefli, üreten emekçi insanlar bir tarafa” diye bazı cümlelerin de Can Yücel'e aitmiş gibi paylaşıldığını anlatıyor. “Alakası yok” diyor ve bu paylaşımların ortaya çıkardığı Can Yücel portresine isyan ediyor: “Can Yücel'in böyle biri olduğunu sanıyorlar. Metafizik, guruvari laflar eden, yaşlı, alkolik tatlı bir adam!...Politik bir yanı yok, sigarasını yakan, alayına küfreden, hayat hakkında bilgece sözler eden bir adam! O kadar saçma sapan laflar ki, tam bir cinayet yapılan.”

Semih Çelenk'e “sahte“ şiirleri nasıl saptadığını soruyoruz. “Can Yücel şiirini bilirim. Üslubunun, kelime dağarcığının anahtarları var, müzikalitesinin belli anahtarları var, onu bulabilirsiniz. Bir müzik eleştirmeni de Debussy ile Mozart'ı nasıl ayırt edebilirse bilenler için de Can Yücel şiiri öyledir” diyor. Gerçek şiir severleri kitap okumaya çağırırken de şunları söylüyor:

Kitap alın , gerçeğini tanıyın, diyoruz. Onun o kadar uzak olduğu bir dünya ki o sahte şiirlerdeki. Can Yücel'de ironi vardır, ince alay vardır, bu kadar budalaca bir romantizmle yazdığı bir şiir yoktur. Adam ateist, bakıyorsunuz metafizik şeyler var o şiirlerde. Öyle bir dünya görüşü, hayat algısı yoktu ki Can babanın. Uyduruk bir şey koyuyorlar. İnternet kullanıcı ortamında okur düzeyi o kadar çocuksu algılanıyor ki, çok sağlıklı, emek ürünü güzel bir şeyler yazın ama biraz uzunca bir makale olsun üç beş kişi ancak beğenir, uyduruk bir laf yazın binlerce kişi beğenir. Budalaca, ahmakça bir şey! “

Peki sahte şiirle mücadele için ne yapmalı? Orada da işiniz kolay değil. Semih Çelenk, “Bu şiir Can Yücel'in değil” dediği zaman “Peki kimin” sorusuyla karşılaştığını aktarıyor:

Bazılarının kimin olduğu ortaya çıktı. Diğerlerinin sahipleri de yok. Biri Can Dündar'ın çıktı. Kimin olduğunu nereden bilebilirim. Örneğin, Shakespeare'in böyle bir oyunu yok, diyorum 'o zaman kimin?' diye sorabilir misiniz? Bir şiir koyuyorsanız kaynağını da belirtin, biz de anlayalım. Kaynak zorunluluğu belki bir çözüm olabilir. Shakespeare'nin son tartışmalı oyunu ‘İki Soylu Akraba' için uzmanlar o kadar uzun tartışmalar yaptılar ki. En sonunda Fletcher’ın da katkıları olmakla birlikte oyun Shakespeare’in oyunları arasında sayıldı. Bu çok ciddi bir iş.”

Semih Çelenk, henüz yasal bir girişimde bulunmamış. Facebook'ta bazı sayfalardan kendisine ulaşıldığını ve sahte şiirlerin çıkarıldığını aktarıyor. “Belki aile yasal başvuruda bulanabilir. Ben bir nevi gerilla mücadelesi yapıyorum. Bu sitelere yorum yazıyorum 'Bu şiir Can Yücel'e ait değil, bilgi kirliliğine yol açıyorsunuz' diyorum. Beni engelliyorlar, yorumumu kaldırıyorlar” diye ekliyor.

Sosyal medyada Can Yücel'in gerçek şiirleri, sahteleri kadar ilgi görmüyor sanki. Sahte şiirler yayanlar, örneğin Can Baba'nın “Sizmografi” şiirini paylaşsınlar: “Dünya öküzün boynuzları üstünde dururmuş,/ Her kıpırdayışında öküz, deprem olurmuş.../Oysa dünya, halkların omzu üstünde durur/ Kıpırdasın da gör!” Ya da “Sosyalist uçurtma” şiirini, “Mare Nostrum”u -bu şiir çok paylaşılıyor neyse ki- sonra “Sardunyaya Ağıt”ı, “Çok Bi Çocuk”u...Can Yücel, “Poetika” şiirinin bir yerinde “Bir kahvenin hatırı vardır değil mi/ Bir kahvenin,bir şiirin hatırı?/ Dileğim sizden/ Tersine bir reklamla!/ OKUMAYIN BENİ/ Ki sizler için yazılmıştı bu sadeler...” diye seslenir okuruna. “Şiirin hatırı” varsa, Can Baba'nın hatırı varsa “sahte” şiirleri değil, gerçek kitaplarını okuyun...




İşte “sahte” Can Yücel şiirleri
Semih Çelenk'in hazırladığı “Can Yücel'in Olmayan Şiirler” listesinde yer alan şiirler şunlar:
1. Bağlanmayacaksın
2. Kadın Dediğin
3. Erkek Dediğin
4. Seninle Olmanın En Güzel Yanı
5. Anladım
6. Herşey Sende Gizli
7. Eğer
8. Herkes Gitmek İstiyor
9. Sevdiğin Kadar Sevilirsin
10.Sağlık Olsun
11.Tam zamanında Yaşamak
12.Tersten Yaşamak
13.Biraz Değiştim
14.Bir gün Anlarsın
15.Gitmek
16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum
17.Asla Keşkelerim Olmadı
18.Özledim Seni
19.Bilmelisin ki
20.Aşk
21.Boşver ve Yaşı Başı
22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın
23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
25.Farkında Olmalı İnsan
26.Bir Eşi Olmalı İnsanın
27.Unutma
28.Sevgi Emekmiş
29.Özleme Dair
30.Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
31.Aşk Ayakkabı Gibidir
------------
Cumhuriyet Gazetesi Pazar ekinde 17 Ağustos 2014 tarihinde yayımlandı.




10 Ağustos 2014 Pazar

Umberto Eco'dan Bülent Arınç'a yanıt!



Gülmek, korkuyu yok etme sanatı”

Gülmek köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür”

Gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır”



Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, geçtiğimiz günlerde “Kadın iffetli olacak. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak” diye fetva verdi. Bu sözlerle başlayan tartışma; İtalyan yazar, orta çağ uzmanı, tarihçi, filozof, estetikçi Umberto Eco'nun Gülün Adı romanını akla getirdi hemen. 14. yüzyılda bir manastırda geçen bu romanın merkezinde labirentlerle, cinayetlerle ve hatta intiharlarla korunan -daha doğrusu- ulaşılması engellenen bir kitap var. Aristo'nun Poetika'sının ikinci kitabını gülmeye ayırdığı ve gülmeyi yücelttiği bu kitabı henüz hiç kimse okumamış. Kütüphaneye kütüphaneci ve çömezinden başka kimsenin girmesi yasak! Bazı “sapkın” kitaplara ve özellikle gülmeyi öven bu kitaba hiçbir gözün değmemesi için cinayetler işleniyor. Sayfalar boyunca “gülmenin caiz olup olmadığı” tartışılıyor...

Arınç'ın sözlerinden sonra, Şadan Karadeniz'in dilimize çevirdiği Gülün Adı'nı kitaplıkta buldum, altını çizdiğim sayfaları yeniden okudum. Ne çok korkmuşlar yüzyıllar boyu gülmekten? Ne de olsa; kiliseyi korumak, köylünün isyan etmesini engellemek için korkuyu diri tutmak gerek. İnsanlar gülerlerse korkuyu yenebilirler, otoriteye başkaldırabilirler. Redhack soruşturmasında gözaltına alınan oyuncu Barış Atay'ın o kocaman gülümsemesini anımsayın. “Gülmek devrimci bir eylemdir” demişti o günlerde. Bülent Arınç -belki de- kadınların kahkaha atmasından korkmakta haklı! Üstelik sadece “gülmek” de değil, “kahkaha” şiddetinde gülmek!

Gülün Adı kitabındaki Ortaçağ Hristiyan dünyasında din ve bilim, bağnazlık ve özgürlük, korkuya bağlı inanç ve kuşkuya dayalı güler yüzlü bilim, kilisede kurumsallaşmış din ve sorgulayan inanç tartışmaları bugün de çok şey söylüyor. Umberto Eco, romanını 14. yüzyılda bir manastırda kurgulamış. Ve, romandaki tartışmalar 7 yüzyıl sonra da güncel. Egemenler hep kelimelerin kudretinden korkmuşlar. Ve, bir “korkuyu yok etme sanatı” olarak da gülmekten...

Romanın kahramanları eski bir sorgucu olan rahip William ile kör rahip Jorge'nin tartışmaları iki farklı bakış açısını ortaya koyuyor. Arınç'ın sözleriyle başlayan tartışmaya edebiyat dünyasından bir katkı olarak, bu kitaptan altını çizdiğimiz bazı bölümleri paylaşıyoruz:


"Gülmek korkuyu öldürür"

.Güldürüler, kafirler tarafından seyircileri güldürmek için yazıldı; iyi de olmadı. Efendimiz İsa, hiç güldürü ya da masal anlatmadı; yalnızca cenneti nasıl elde edeceğimizi bize öğreten açık seçik meseller anlattı o.

.İsa'nın gülmüş olabileceği düşüncesine niçin bu kadar karşısınız? Gülmenin tıpkı banyo gibi bedendeki sıvıları ya da bedenin öteki sayrılıklarını, özellikle nedensiz can sıkıntısın sağaltmaya yarayan iyi bir ilaç olduğuna inanıyorum ben.

.Banyolar bedendeki sıvıların dengesini yeniden kurar. Oysa gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna benzetir.

.Maymunlar gülmezler; gülmek insana özgüdür; insan ussallığının belirtisidir.

.Söz de insan usunun belirtisidir, ama sözle Tanrı'ya küfredilebilir. Gülmek delilik belirtisidir. Gülme kuşkunun kışkırtıcısıdır.

.Ama kimi zaman kuşkulanmak doğrudur. Gülme, kötüleri şaşırtmaya, onların aptallıklarını açığa çıkarmaya da yarar. (...) Ama gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? Bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramazsın.

.Gülmek köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür. Gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, Şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. Ama bu kitap insanın kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. Köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır. Gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur. Oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvcılcım çıkabilir. Ve gülme, Prometeus'un bile bilmediği gibi yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. Babalarımızın sağgörüsü seçimini yapmıştı: Eğer gülme halktan insanların eğlencesiyse , halktan kimselerin özgürlüğü dizginlenip aşağılanmalı, sertlikle yıldırılmalıdır.

.Niçin? Kendi zekamı başkalarının zekasıyla çarpıştırırdım.

.O zamana kadar sen kendin de Şeytan'ın tuzağına düşmüş olurdun. Sövgü bizi korkutmaz. Ama eğer bir gün alay sanatı kabul edilebilir kılınacak olursa; bir gün biri “Tanrı'nın insan olarak ortaya çıkmasına gülerim” diyebilirse o zaman bu küfrü durdurmak için hiç silahımız olmayacak.


.Peygamberlerden kork Adso; gerçek uğruna ölmeye hazır olanlardan da...Jorge Aristo'nun ikinci kitabından korkuyordu; çünkü o kitap, belki de gerçekten , kölesi olmayalım diye tüm gerçeklerin yüzünü nasıl değiştirebileceğimizi öğretiyordu. Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek , gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir. 
---------------
Cumhuriyet Gazetesi Pazar ekinde  10 Ağustos 2014 tarihinde yayımlandı.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü bu yıl Cevahir Bedel kazandı




Bağırmıyorum, usul usul söylüyorum itirazımı”
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu yıl Çayırı Sayıklamak adlı kitabıyla Cevahir Bedel kazandı. Cevahir Bedel'in Cevher Kapısı ve Gece Yanığı adlı iki şiir kitabı daha bulunuyor. Bedel ile ödülü ve şiiri üzerine sohbet ettik.
Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülü ne anlama geliyor sizin için? Ceyhan Atuf Kansu şiiriyle kendi şiiriniz arasında nasıl bir bağ kurarsınız? Kurar mısınız?
Ceyhun Atuf Kansu; çocuklara, doğaya inanan ve büyük bir sevgi besleyen bir şair. Halk türkülerinin ve ağıtlarının sesini şiirlerine taşıyan, dilde duruluktan, yalınlıktan hiç kopmayan bir şair. Bu yönleriyle kendime yakın buluyorum ve Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülünü almak benim için çok anlamlı.
Elbette günümüzde şiir estetiği ve anlayışına dair düşünceler farklılaşmış durumda. Edebiyat dünyası deyim yerindeyse daha gürültülü ve bu gürültü içinde hem doğru sesi bulmak hem de kendi sesini duyurmak daha güç. Ben şiirimi dünya şiir mirasının üzerine kurmaya çalışıyorum. Okuyorum, hepsinin sesini duymaya çabalıyorum. Ama halk deyimiyle söylersek ben kendi türkümü söylemek istiyorum.
Kitabın adı pastoral çağrışımlar yapıyor önce. Sonra ağıtlar dökülüyor. Pepuk kuşu da ağıtlar söyleyen şaire yaraşan güçlü bir metafor. Kuşatıldığımız dünya, gidenler, acılar ağıt mı getiriyor şairin dizelerine sık sık?
Çayırı Sayıklamak baştan sona bir ağıt aslında. Pepuk kuşu güçlü bir metafor, evet. Hikayeyi biliyorsunuz; istemeden kardeşinin ölümüne sebep olan bir çocuğun o suçlulukla kuş olmayı dilemesi ve kuşa dönüşerek bir ömür suçunu anlatması… Pepuk, suçluluğun ve itirafın adıdır. Hikayenin asıl repliği “kim öldürdü / ben öldürdüm / kim yıkadı / ben yıkadım / kim gömdü / ben gömdüm”dür. Ben bu halini de kullandım şiirimde ama bu dizeleri “kim öldüyse / ben öldüm / kim yıkandıysa / ben yıkandım / kim gömüldüyse / ben gömüldüm” şekline dönüştürerek de kullandım.
Çünkü dünya üstünde işlenen her suçtan kendim yapmışım gibi suçluluk ve utanç duyuyorum. Aynı şekilde her ölenle sanki ben de ölüyorum ve gömülüyorum. Bu utancı ve acıyı tüm benliğimde hissediyorum. Yaşanan savaşlarda, kıyımlarda payımız var çünkü. Çünkü kirlenen ve ölen “insanlık” aslında. Şiir bu yaşananlara karşı bir duruş ve bu duruşun dili istemesem de ağıt oluyor. Yiten her şeye herkes adına söylenen bir ağıt…
Doğaya ses veriyorsunuz. Halk edebiyatındaki “dedim/ dedi” tarzı bir söyleşiyle. Kavakla, karla, rüzgarla, ölmez çiçeğiyle, suyla, ateşle boşlukla, geçmişle söyleşiyorsunuz. Dizeler arası sohbet, dertleşme, atışma, yakınma, yankılanma, yakma, yakılma var...
Sözlü kültürün çok gelişkin olduğu bir kültürde yetiştim. Masallar, deyişler, şiirler, söylenceler… Tüm bunlar “söz” değil “ses”ti benim için. Zihnimin bir köşesinde var olan ve belki de hiç gitmeyecek sesler… Çok şey borçluyum o seslere çünkü her şeyin bir ritmi var duyarsanız eğer.
Ama Çayırı Sayıklamak’taki kavakla, rüzgarla yani doğayla söyleşmenin kökleri halk şiirinde değil yetiştiğim coğrafyanın kültür ve inanç ikliminde aranmalı. Suyu, ateşi, toprağı, ağacı kutsayan, güneşle, rüzgarla, ateşle, konuşan bir toplum. Hatta Tanrıyla konuşan, ona öfkelenen, kavga eden bir toplum.
Şiirde biçim konusu karışık bir konu. Ben biçimin, içeriğe göre gelip kendini dayattığına inanırım. Biçimin değil sesin ardından giderim daima. O ses bazen bir biçimi çağırır. Örneğin; Çayırı Sayıklamak’taki “Uçurum ile” şiirinde biçim öyledir. Bir uçurum başında yukarıdan aşağıya devam eden bir konuşmada iniş-çıkış duygusunu verebilmenin yolu olarak ortaya çıkan bir biçimdir söz konusu olan.
Esasında şiir büyülü bir birleşim; ses, sezgi, bilgi, estetik, duygu, akıl, tarih, biçim vs… Daha pek çok şey sayılabilir. Ama tüm bunlardan hangileri ve ne kadarı yer alırsa şiir olur, işte o bilinemez. Biçim şiirin bir parçası fakat ana faktörü değil bence. Yine de biçimde yeniliğe karşı değilim, şiiri gölgelemeden, söz ettiğim o özün dengesini bozmayacak yeni biçimler denenebilir, denenmelidir.
Gülten Akın, “Şairlere pek dokunulmuyor artık, şiir kimseye dokunmuyor ki. Şiirimiz de demokrasimiz gibi görüntüye, yüzeyselliğe boğuldu. Anlamla ilişkisi bulunmayan, hiç olmazsa anlama bir noktada değmeyen metaforlarla yazılıyor” diyor. Şiir sokaklardan, hayatlardan uzaklaştı mı?
Kısmen doğru buluyorum bu düşünceyi. Bir yandan kelime oyunlarına ve fonetik çağrışıma dayalı şiirler görünüyor. Dizelerin hatta kelimelerin öne çıktığı şiirler… Okuduğunuzda derdinin ne olduğunu anlamadığınız ama yer yer çarpıcı dizelerin yer aldığı şiirler. Öte yandan “derdi olan” şiirler hala yazılıyor ülkemizde. Hayata ve sokağa dokunan, hatta direkt sokaktan beslenen şairler var...
Kaldı ki edebiyat tarihine kalan tüm şiirlerde şu ortak noktayı görürüz; “insanlığın ortak aklı ve duygusu”na dokunan şiirlerdir bunlar. Yani derdi olan, siyasi ve sosyal yaşam içinde ortaya çıkan haksızlıklara karşı çıkan şiirler… Fakat bu konuda da biçimci olmamak gerekiyor. İtiraz her zaman yüksek sesle ve bilindik biçimde olmayabilir. Toplumcu gerçekçi kuşağın ardından gelen ve neredeyse apolitik olmakla suçlanan ikinci yeni şiiri içinde kabul edilen Turgut Uyar’da ben muhteşem bir itiraz görürüm mesela.
Şair çağının tanığı olmak zorunda. Ülkesinde ve dünyada olup bitenlere gözlerini kapatmış bir şair sahici şiirler yazamaz. Örneğin, Sivas 93’e tanık olmuş bir şairin dizelerine bu yangın sızmıyorsa, yansımıyorsa nasıl “sahicilikten” söz edeceğiz? Nasıl dokunacak dizeler bize? Ben kendi şiirimde bağırmayı tercih etmiyorum. İtirazımı sezdirmeyi, usul usul söylemeyi tercih ediyorum.
Söz de kirlidir/ kötü odalarda giyinir” dizeniz bir başka dizeye götürdü beni. Özdemir Asaf'ın “Bütün renkler hızla kirleniyordu/ birinciliği beyaza verdiler” dizesine. Sözler kirleniyor, renkler kirleniyor. Şiirin elinden/dizesinden ne gelir böyle bir dünyada?
Şiirin elinden hiçbir şey gelmez; tek başına savaşları durduramaz, iyiliği sağlayamaz, dünyayı güzelleştiremez, insanın içindeki kötülüğü tümüyle söküp atamaz… Ama aynı zamanda çok şey gelir elinden… Dünyaya ve kendimize katlanmaya yarar. Acılarımızı sağaltmaya yarar. İnsanlara ve gelecek güzel günlere inanmaya yarar. Şiir insan olmanın en “öz” halidir. İnsan olmayı çok içerden duymanın, kendini tüm dünyanın parçası olarak duyumsamanın yalın halidir.
o kadar yoksul ki kelimelerim giydirip gönderirim/ urbalarını çıkarmadan alırsınız içeri, öyle değil mi?” Şaire, şiirini sormak abes. Yine de soralım, kelimelerin yoksulluk ve zenginlik hallerini...  
İnsan kendi şiiri üzerine konuşamaz ancak şiir serüveni üzerine bir şeyler söyleyebilir. Kelimelere gelince… Kelimelerin ayrı ve tuhaf bir dünyaları var. Onların sesleri, kokuları var hatta kiminin yüzü bile var. Bazı sözcükleri hiç kullanmam mesela. Bazen bir sözcüğe takılır günlerce tekrarlar dururum. Büyüsü var sözcüklerin. Görmediğim bir dünyayı var edebilirler, bir araya geldiklerinde su sesi duyabilirim. Tersi de mümkün elbette. Soğuk bulduğum, kullanmaktan hoşlanmadığım sözcükler var. İnanmadığım sözcükler de var… Kelimeler her zaman söyledikleri şeyi karşılamazlar. Kelimeler yalan söyler! Sevmeden “seviyorum” diyebilirler, görmeden “görüyorum” diyebilirler. Esvapları vardır onların. Ne söylediklerini duymak için giysilerini çıkarmak gerekir.

---------------
Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 12 Haziran 2014 tarihinde yayımlandı.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Las Vegas, “çakma” kentler panayırı

Vegas'da “Truman Show “



Las Vegas, günahlar kenti...Büyükler için gösterişli dev bir lunapark, Truman Show platosu ve Nuh'un gemisine tıkıştırılmış “çakma” kentler panayırı...


Las Vegas'ın tarihine Warren Beatty'nin oynadığı “Bugsy” filminden aşinayız. Çölde, mafyanın egemen olduğu denetimden uzak bir kentmiş bir zamanlar. 1931 yılında kumarhanelerin legalleşmesinden sonra eski bir gansgter olan Bugsy Siegel tarafından kumarhane merkezi olarak tasarlanmış ve bu hayal (Herkesin hayali kendine göre!) gerçek kılınmış. Çölün ortasında “suç” ve “günah” kavramlarının kapı dışarı edildiği bir kumar ve eğlence kenti yaratılmış. Daha kente iner inmez havaalanında kumar makinaları karşılıyor gelenleri, “acil kumar” ihtiyacı için! Sonra Limuzinler...Bu gösteriş ve şov kentinde Limuzin'den aşağısı kurtarmıyor elbette!

Ünlü Strip caddesi, bir “çakma” kentler geçidi. Oteller, alışveriş merkezleri, restoranlar, barlar, casinolar , tiyatrolar bu kentlerin içinde. Başyapıtların taklitçi karikatürleri, çok acayip, eklektik, post modern bir mimari kaos, garip bir “harika”lar diyarı panayırı. Her adımda, her an şaşırıyorsunuz. Özgürlük Heykeli, gökdelenler ve New York; Eyfel Kulesi, Şanzelize ve Paris; kanallar, köprüler ve gondollarla Venedik; dev heykeller, Trevi Çeşmesi ve Roma; piramitler ve dev sfenkslerle Mısır, sonra Monte Carlo, tropik bitkilerle dolu bahçeler, dünyanın en büyük dönme dolabı v.s...

11 Mayıs 2014 Pazar

New Orleans’ta bir caz rüyası


Müzikle nefes alan, Amerika’ya “Fransız” kent

New Orleans, müzikle nefes alıp veren, müzikle yaşayan, müzikle varolan bir festivaller kenti. Cazın başkenti. Aslında, “başkent” sözü fazla resmi kaçıyor, cazın anavatanı. Birçok caz efsanesinin doğum yeri. New Orleans havaalanında başlıyor caza saygı duruşu. Havaalanı, New Orleanslı büyük caz müzisyeni Louis Armstrong’un adını taşıyor.
New Orleans’ta her yer müzik, herkes müzisyen, her şey müzik için. Festivalsiz zaman yok gibi. Mardi Gras, French Quarter, Summer Fest,Voodoo Music Experience, Jazz and Heritage... Sadece müzik değil, Tennessee Williams edebiyat festivali, sinema, tiyatro, LGBT, yemek festivalleri de var. Biz, Nisan ayında yapılan French Quarter festivaline katıldık. Festivalin açılış yürüyüşü, şenlikli bir karnavaldı. İki katlı binaların balkonlarından, ağaçlardan, barlardan rengarenk Mardi Gras boncukları sarkıyordu. “Resmi” geçit törenlerine alışkın bizler gibi turistler için inanılmaz rengarenk bir “gayri resmi” geçit töreniydi. Mini etekli yaşlı kadınlar, dizi dizi boncuklu erkekler, karnaval giysilerine bürünmüş müzisyenler, Venedik maskeli kadınlar, atlarla, midillilerle yürüyüşe katılanlar Bourbon caddesinin iki yanında toplananlara boncuklar atıyorlardı. Boncuk atmak asıl Mardi Gras’a ait bir ritüelmiş. Göğüslerini açan kadınlara, erkekler balkonlardan boncuklar atarmış. French Quarter’da da bu tür sahnelere epeyce tanık olduk...

4 Nisan 2014 Cuma

Türey Köse'den Edebiyat Parçalayan Nutuklar

Türe


Dün Nazım Hikmet'i yasaklayanlar, bugün twitter'ı yasaklıyor”



Yılların araştırmacı gazetecisinin kaleminde siyaset, edebiyatla nasıl bir potada buluştu?

20 yılı aşkın süre parlamento muhabirliği yaptım. Bu kitapta okurluğumla, edebiyat sevgimle gazeteci kimliğimi, işimi birleştirdim. 19 Kasım 1951 tarihinde TCK'nin bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin tasarı görüşülürken gizli oturum yapılmış. 1996 yılında bu görüşmeler yayımlandı. O günlerde bu tutanakları okurken, dehşete kapılmıştım. Ne çok korkmuşlar egemenler kelimelerden, kelimelerin kudretinden. Bu gizli tutanaklardan yola çıkıp, Meclis'te yazarların, şairlerin nasıl anıldığını araştırdım. Gazete için bir yazı dizisi hazırladım. Daha sonra bu çalışmayı genişlettim.

Tutanaklarda, edebiyat tarihinin mazisinde hükumetler eliyle açılan karanlık dönemler nasıl ortaya konuluyor?

Yazara, şaire hapishane, işkence, sürgün, ölüm düşmüş hep. Meclis tutanaklarında adları da küfür, hakaret, linç girişimleriyle anılmış. Tutanaklarda Nazım Hikmet adını taradığınızda “Komonist Nazım Hikmet tevkif edildi”, “Gebermiş kızıl şair”, “Vatan haini, din haini, sözüm ona sanatçı”, “Nazım, kalbinin uzakta bir yıldızla, yani Moskova ile beraber vurduğunu söylüyor”, “Allah belasını versin Nazım’ın”, “Allahsız komünisti methettirmem!” gibi cümleler geliyor. Sabahattin Ali'yi ararsanız “Hudutu geçerken geberen Sabahattin Ali....”, “Sabahattin Ali’nin piçi..” gibi cümleler...

3 Mart 2014 Pazartesi

Sezgin Kaymaz'dan Deccal'in Hatırı


Hayat nakli” gibi acayip aşkların romanı

Herkesi olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur”

Cinsellik ruhun organıdır, koparıp atarsanız ağrır”


Hayat fantastiktir, çünkü fantazya hayatın kendisidir”




Sezgin Kaymaz’ın son romanı Deccal'in Hatırı, Sevinç Kuşları üçlemesinin ilk kitabı. Aşk ve ölüm üzerine rengarenk, şiddetli, hüzünlü “acayip” bir roman. Deli-dahi doktorlar, polisler, mafyacılar, “homoseksüalist”ler, transseksüeller, orospular, komünist abilerle ablalar, rantiyeler...Ankara sokaklarında, pavyonlarda, hastanelerde, karakollarda, kentsel dönüşüm alanlarında “iş üstünde”...İlaveten,  “insaniyet meselesinde orospuluğu olsun ibneliği olsun mesele yapmayacak kadar insaniyetli” Deccal. Hatta, Freddy Mercury bile araya giriyor bir yerlerde. Özetle, “ruhuna kakıştırılan ezberi reddeden, kendi repliğini yazabilen” kahramanlar.

Sezgin  Kaymaz, son romanında öyle “fantastik” alemlerden bildirmiyor. Ama bu, kahramanlarının “fantastik” özellikleri olmadığı anlamına gelmesin. Roman fena halde gerçekçi, hatta toplumcu gerçekçi bile sayılabilir. Aynı zamanda da “mistik”. Mevlana'dan bir epigrafla açılıyor: "Aşk ırmağının suçu yok;/ bizim maşrapamız küçük..." Deccal'in Hatırı  "maşrapası büyüklerin" cinsiyet, kural, yasak tanımayan imkansız aşklarının romanı. Ve,   “hayat nakli” gibi müthiş bu aşk hikayelerinin sayfaları arasından sevinç kuşları havalanıyor.   Hüzün bulutlarını dağıta dağıta. Yüreğiniz şefkatle titriyor. Yok hayır, “şefkat” üstten oldu; sevgiyle doluyor içiniz, insanlığa ilişkin taze bir umutla, sevinçle parlıyor gözleriniz. Bu büyük “aşk” hikayelerine hürmetle...  

Sezgin Kaymaz'la son romanı üzerine sohbet ettik.