5 Ağustos 2011 Cuma

'Pop roman' yıldızı Elif Şafak / Flaubert ‘Madam Bovary’ pozu verseydi!..

Elif Şafak’ın son kitabı İskender, kapağında yazarın “erkek kılığında” bir fotoğrafıyla raflarda. Şafak kitabının kapağında erkek suretinde görünürken; Ayşe Arman’a verdiği röportajda ise tersine tuvaletler giymiş, buğulu bakışlı kadın fotoğraflarıyla tanıtım kampanyasını yürütüyor. Sonra bakıyorsunuz, Ramazan vesilesiyle bir TV programında -Mercan Dede ve arka planda bir semazen eşliğinde- Aşk’tan bölümler okuyor...
http://tureykose.blogspot.com/2011/08/pop-roman-yldz-elif-safak-flaubert.html


Ben yazarın okurla sözcükleri arasına bu kadar çok girmemesi gerektiğine inananlardanım. Yazarlarımdan biraz daha “gizem”, “uzaklık”, “esrar” bekliyorum. Bir zamanlar Şibumi’yi, Katya’nın Yazı’nı okuduktan sonra merakla Trevanian’ı araştırmıştım. Ne bir bilgi vardı, ne de fotoğraf, o zamanlar “google” da yoktu. Romain Gary, Fransa’da aynı kişiye birden fazla verilmeyen Goncourt Ödülü’nü iki kez almayı başarmıştı. Bir kez Romain Gary, bir kez de Émile Ajar adlarıyla. Üstelik, bunu tüm dünya ancak intihar notuyla öğrenmişti. Memleketimizden İhsan Oktay Anar’ı söylemeye gerek var mı? Hiçbir röportaj vermez, fotoğrafını hiçbir yerde görmeyiz; ama bir kitabı yayımlandığında sadık okurları kitapçılara koşar...

Elif Şafak’ın romanlarıdan en çok Bit Palas’ı sevdim. Baba ve Piç kitabında “aşure” metaforu üzerinden Ermeni sorunu konusunda sözünü söylüyordu. Yazar, Aşk’la beraber daha popüler olmayı hedeflediği bir kulvara geçti. Aşk klişelere fazla yaslanan, Rumi’yi tanıyan Amerikalı okur hedeflenerek yazılmış bir kitaptı bana göre. Nitekim, Mesele dergisinde bu kitapla ilgili bir eleştiri yazan Şükrü Argın’ın yazısı “Umutsuz ev kadınlarına sufiyane tavsiyeler” başlığını taşıyordu ve “pop roman” “para roman” kavramları üzerinden Aşk’ı sorguluyordu. Düccane Cündioğlu da “Bu sufilik edebiyatı bir New Age modası! Bu aşk edebiyatı ise tam bir kitsch!” diyordu. Yazar, piyasanın taleplerine yanıt verme işini kadın okurlara pembe, erkek okurlara gri kapaklı kitap bastırtmaya dek taşıdı. Piyasaya bu kadar kolay teslim olan -aslında “teslimiyet” değil, bilinçli bir seçim söz konusu- bir yazar yeni bir mecraya girmiş demektir. Kapitalist sistem kitapları “eser” değil, “ürün” olarak görür. Kapak tasarımcısı, grafikeri, yayınevi vs. için tek hedef “daha çok satmak”tır. Ancak bir yazarın duracağı yer, burası değildir. Yazar piyasaya uyarsa, edebiyata ihanet etmeye başlar. Edebiyat, sözcüklerle yapılır. Okur, edebiyatçının sözcüklerine “bakar”. Oysa, biz çoktandır Elif Şafak’a “bakıyoruz”...

Henüz İskender’i okumadım, kitap beni çağırmıyor. Elif Şafak artık “benim yazarlarım”dan değil, “edebiyat dışı” bir kulvarda popülerleşiyor-yıldızlaşıyor. Yazar, “Kitabım çıktığı zaman elimden geldiğince, inandığım kadar tanıtımını yapıyorum... Bir şeyin sunumu niye küçük bir şey olsun” diyor. “Edebiyat ve kültür dünyasının tutuculukları var” diye de ekliyor. Ben de kendimi o “tutucular” arasında hissediyorum. Hadi tutucu olmayın, hayal gücünüzü çalıştırın: Flaubert, kitabının kapağından şöyle Madam Bovary giysileriyle poz verseydi, Tolstoy Anna Karenina kılığına girseydi, -D. H. Lavwrence’ın kitaplarının kapağında nasıl poz verebileceğini söylemesek daha iyi-, Yaşar Kemal “eşkiya” olsaydı, Latife Tekin çöplükte poz verseydi fena mı olurdu? Kitaplarının satışı artardı!

1 yorum:

  1. Sunum işi tehlikeli de olabilir; Donatien Alphonse François le Marquis de Sade da bu işe kafa yorsaydı neler olurdu kimbilir :)

    YanıtlaSil