26 Ağustos 2013 Pazartesi

Alis, Harikalar Diyarı’ndan Tüymüş Bulunuyor


“AHA DA KADINLAR BURADA!”

İtiraf etmeliyim ki, çok uzun zamandır öykü kitabı okumuyordum. Çok sevgili bir arkadaşımın önerisine uyup, Alis Harikalar Diyarı’ndan Tüymüş Bulunuyor kitabını okuduğumda öykü türüne haksızlık ettiğimi gördüm. 14 kadın yazarın öykülerinden oluşan kitap, “Kadınlardan Gülümseyen Öyküler” alt başlığını taşıyor. Kitabı bitirdiğinizde “Alis bir tavşan deliğinden geçip girdiği o fantastik dünyadan iyi ki çıkmış” diyorsunuz. Kadınların hayatı o diyardan çok daha fantastik,  neşeli,  heyecanlı, ilham verici, harika...

23 Ağustos 2013 Cuma

Sezgin Kaymaz'dan Kün/ Bir Konya-Angara romanı


#mezarlıktalanınadiren'en “ölüler”!



Bazı yazarların tiryakileri vardır. Okurları bekler, bir kitabı çıkınca kitapçıya koşar, bir solukta okur, sonra yeni kitabını beklemeye başlarlar. Sezgin Kaymaz, işte böyle tiryakilik yaratan yazarlardan. Hentbolcu, teknik direktör ve yazar. “Yazarlığı”nın hikayesi de kitaplara yakışır gibi. İlk kitabı Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir’i müstear adla yazmış, bir arkadaşı ondan habersiz İletişim Yayınları'na göndermiş, sonra da İstanbul’a taşınmış. İletişim Yayınevi yazarı bulamamış, hatta gazeteye ilan vermişler kendisine ulaşabilmek için. Sezgin Kaymaz sonunda “bulunmuş” ve yazar “ol”muş...Son romanının adı da Kün. “Kün”, “ol” demek...


Sezgin Kaymaz kelimeleriyle bambaşka bir dünya “olduruyor”. Benzersiz bir dünya, yepyeni bir dil yaratıyor. Yazarlıkla ilgili iri laflar etmiyor, eski kuşak yazarlar gibi konuşuyor, “ilham” geliyor, yazıyormuş. Yazdıkları “fantastik kurgu” diye adlandırınca - her ne kadar “kurgu” sözünden pek hazzetmese de- kabullenmiş. Gerçek “üstü”, gerçekle sınırlanamayan bir dünyanın yazarı. “Gerçek” dar gelince “üstüne” çıkıyor, kelimeleri pencereden sokağa uçuruveriyor. Kelimeleri yazım kurallarına uymuyor, ama fena halde hayata uyuyor. Kahramanlarının konuştuğu gibi yazıyor. “Hallideriz. Canını sıktığın şiye bak” gibi. O nedenle de her kitabını okurken, “çevrilemez yazarlardan” diye düşündürüyor. “Yurdum insanı”nın yazarı. Taşranın sesini, ruhunu duyan, duyuran yerli bir yazar.


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mehmet Eroğlu'nun Emine romanı ve kahramanlarından İhsan Eliaçık

Ve roman kahramanı Gezi'ye iner



Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’nin 2. kitabı Emine’de sosyalistlerle antikapitalist Müslümanları vicdanda buluşturuyordu. Romandaki kahramanlardan Hasan Hoca’nın esin kaynağı da İhsan Eliaçık’tı. Hasan Hoca, İhsan Eliaçık’tan alıntılanan “abdestli kapitalizm” ve “İslamcılar lüks içinde yaşayamazlar” benzeri cümlelerle konuşuyordu. Ve, Gezi eylemlerinde Mehmet Eroğlu’nun roman kahramanı hayata karıştı. Hayat, edebiyatı doğruladı, onayladı.
Mehmet Eroğlu ve İhsan Eliaçık ile roman kahramanının hayata karışması, edebi öngörülerin hayatla doğrulanması konularında sohbet ettik. Mehmet Eroğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ahmet Erhan “imzalı” sürpriz


Ah
Bazı şairler hayatınızın içinden geçer... Bazı şiirler hayatınızın kavşaklarından ses verir... Bazı dizeler “gençliğiniz” demektir... Ahmet Erhan gibi... “Alacakaranlıktaki Ülke” gibi... “Paltomun bir cebine ölümü, bir cebine hayatı koydum”, “Bugün de ölmedim anne” gibi...

Ahmet Erhan gençliğimizin karanlık günlerinin şairi. Dünyayı değiştirmeye kalkıştığımız ve yenildiğimiz günlerin. 12 Eylül darbesinin, faşizminin hayatımıza vurduğu kapkara damganın günlerinin şairi. Evlerde termosifonlarda kitaplar yakılırken, “Yakılan kitapların dumanları tüterdi bacalardan/ Ben yanan her sözcüğe tek tek gözyaşı döktüm” diye yakılan kelimeler için yas tutan şair. Sonra “Tabutunun başında bir arkadaşın” ağıtlar söyleyen ve “Bugün de ölmedim anne” diye şükreden. Acılı kuşağının şiirini mezarlıklardan, uçurumların kıyısından, karanlıkların içinden kefenlerin, tabutların, mezar taşlarının üzerine yazan şair. Karanlığı anlatan, ama yine de en azından yalnız olmadığımızı, bir yerlerde acı kardeşlerimiz, hayal akrabalarımız olduğunu duyuran ve miniminnacık bir umudu yeşerten...

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir “kadın hastalığı” olarak hayatı sevmek!



Sibel K. Türkerin Hayatı Sevme Hastalığı romanı, bu yıl iki önemli edebiyat ödülünü kazandı. 2013 Yunus Nadi roman ödülü ve Doğan Kitap’ın Duygu Asena’nın anısına saygı duruşu olarak düzenlediği Kadının Halâ Adı Yok” Roman Ödülü’ne layık görüldü. Roman bu ödüllerden önce eleştirmen Irmak Zilelinin “Havada asılı kalma hali” başlık yazısı ve yazarın buna verdiği yanıtla edebiyat çevrelerinde tartışma yaratmıştı.

Sibel K. Türker’in eleştiriye yanıt verdiği yazıdaki Ben 12 Eylülde ne yapıyordum? İsim yapmış bir aileye mensup değilim, siyasetten çekenler oldu bu ailede ama onların maceralarını yazma heveslisi de değilim. Ben ne yapıyordum o tarihlerde? Annemle hayatta kalma savaşı veriyordum” ifadelerinin dozu çok sertti. Evet, Irmak Zileli’nin 2012 yılı Yunus Nadi roman ödülünü kazanan Eşik romanının otobiyografik bir yanı vardı. Babası, annesi, dayısı Aydınlık hareketinin liderleri olan Irmak Zileli’nin hayatı roman” gibiydi, ancak kolaya kaçıp basit bir aktarıcılıkla yetinmemiş, bu hayatı sağlam bir kurgu ve özenli bir dille romana çevirmeyi başarmıştı. İki yazar tartışmaların ardından ödüldaş” olurken; keşke Sibel K.Türker o yanıtı yazmasaydı, romanla okur arasına girmeseydi diye düşünenler arasında olduğumu eklemeliyim.

Sibel K. Türker’in romanının konusu kadınlar ve hayatı sevme” hastalıkları. Hayata umutla, umutsuzlukla, acıyla, öfkeyle, korkuyla, aşkla, nefretle tutunma, yapışma halleri. Roman İnsan annesini kaybedince ölümlü olduğunu anlıyor. Bir de aşkın bitme noktasında” diye başlıyor. Türker’in kahramanı olan kadınlardan Ayda, sevgilisi tarafından terkedilince aşk acısından enkaza dönüyor. Çünkü “Yetimhanede büyüyen kızlar bir erkeği çok fazla sever”. Ayda’nın açlığa, yoksulluğa meydan okuyup hayatta kalmaya direnen annesi Şükran ve “bir nesne olarak paradan hoşlanmayan, ama onun gittiği yönü, cesaret ya da korkaklığını, hamlelelerini, ya da çekingenliğini izlemeyi seven” bankacı Neşe de romanın diğer kadın kahramanları.

Kadınların hayat imtihanı iki cephede verilir, ekmek parası ve aşk. Yazar, kadınların bu iki alandaki zorlu mücadelesini ayakları yere sağlam basan kadın karakterler ve birbirinin yaralarını sağaltan kadın kahramanlarının dayanışmasını öne çıkararak anlatıyor. Kadınlar aşk hikâyelerinin hem mağduru, hem de mağruru bir anlamda. Izdıraplarından, acılarından bazen arabesk iççekişler, bazen de yazarlara ilham vereceğini umdukları soylu hüzünler çıkarırlar. Ayda gibi bazen Bir yazarın gözüne girmek için ne yapmam gerekiyor? Daha fazla ne kadar dramatik olabilirim? Delirerek mi, uçurumdan atlayarak mı, depremde enkaz altında kalarak mı” gibi cümleler geçer içlerinden. Ayda, Geniş Geniş Bir Denizde yazılmak isterdim” diyor. Jean Rhysın -Charlotte Brontenin Jane Eyre romanındaki- çatıdaki deli kadın”ın gözünden, bakış açısından yeniden yazdığı müthiş bir romandır bu. Neşe ise Mardin Eden” olmak istiyor, ne de olsa o intihara eğilimli bir karakter. Hayatı Sevme Hastalığının kahramanları Sibel K.Türker tarafından yazılmak” isterdi. Sibel K. Türker de yazmış. Kadınların içinden, sesinden, dilinden, yanından...

——————————
Hayatı Sevme Hastalığı, Sibel K.Türker, Can Yayınları, 236 sayfa.

Sinemayla engelleri sorgulamak


Fransız yönetmen Jacques Audiardın Pas ve Kemik filmini DVD’den izledim. Jacques Audiard, melodrama çok müsait bir konuyu, melodrama yaslanmadan çekmiş. Klişelere yüz vermeyen, gözyaşı döktüren değil, duygudaşlık yaratan, acıklı cümlelerle seyirci avlayan değil, daha derin sorgulamalara götüren bir film.

Ali, küçük oğluyla parasız, aç bilaç yollardadır. Kızkardeşinin evine sığınır. Heybetli, güçlü kuvvetli Ali, bir kulüpte koruma görevlisi olarak çalışmaya başlar. Barda çıkan bir kavgayı ayırırken Stephanieile tanışır. Stephanie genç, güzel, seksi, seyredilmek ve arzulanmaktan tad alan bir kadındır, Ali’ye yüz vermez. Sonrası ise Stephanie için bir dram. Çalıştığı su parkında katil balinaları eğitmektedir, bir gösteri sırasında iki bacağını yitirir. Ali ile yolları yeniden kesişir. Stephanie’nin bedeni ne kadar yaralıysa, eksikse; Ali’ninki de o kadar tam, güçlü, arzu doludur. Ali, hayatı sorumluklar, büyük anlamlar yüklenerek, yükleyerek yaşamaz. Çocuğu başına derttir, ama onu sever de; kadınlarla sadece seks ilişkisi kurar. Çoğu kez, -üstelik argo bir ifadeyle- Sevişmek ister misin” diye sorar, sevişir ve gider. Aynı soruyu bir gün Cinsel organım çalışıyor mu bilmiyorum” diyen Stephanie’ye de sorar. 

Filmin sonunda Ali de büyük bir trajedinin eşiğinden dönüyor ve o güçlü beden, kemikler örseleniyor, kırılıyor. Stephanie’nin protez bacağı ve Ali’nin ellerinin kırılan kemikleri. Güzellik ve güç geçicidir. Film, bunlardan geriye kalanlar üzerinde düşündürüyor izleyiciyi. Duygudaşlık, dayanışma, dostluk, sevgi, yoldaşlık gibi.

Ali’yi Matthias Schoenaerts, Stephani’yi ise Marion Cotillard oynuyor. İkisi de müthiş, abartısız, yalın bir oyunculuk sergiliyor. Pas ve Kemik filmi bana engellilerin cinsel haklarıyla ilgili iki filmi anımsattı. Hasta La Vista/ Hoşçakal ve The Sessions/Aşk Seansları. Hasta La Vista’da üçü de fiziksel engelli 20’li yaşlardaki üç arkadaşın Belçika’dan İspanya’ya yaklaşık 1500 kilometrelik bakirlikten kurtulma turu anlatılır. Gözleri görmeyen, felçi, tekerlekli sandalyeye mahkûm kahramanların birbirlerinin engellerini ortadan kaldırdığı bu yolculuğun öyküsü hem hüzünlü, hem dokunaklı, hatta zaman zaman da eğlenceli. 1980’lerde Berkeley’de yaşayan, yapay solunum cihazlarıyla günlerini geçirmek zorunda olan felçli gazeteci ve şair Mark O’Brien’ın gerçek hayat hikâyesini anlatan Aşk Seansları filminde de, bir seks asistanı ile felçli gazetecinin hikâyesi konu alınıyordu. Başrollerini John Hawkes ve Helen Hunt paylaşıyordu.

Geçtiğimiz yıllarda Stockholm’e gitmiştik. Sokaklarda çok sayıda engelli gördüğümde şaşırdım. Yanımdaki arkadaşım Çünkü onlar engellileri bizim gibi eve kapatmıyorlar” dedi. Engellilerin kahramanı olduğu filmler; engellilerin yaşamı, hakları -elbette cinsellik dahil- ve engelsizlerin kafalarındaki engeller üzerinde düşündürüyor...