11 Kasım 2011 Cuma

Turhan Kayaoğlu'ndan 'Ressam Avni'nin Son Yılı'




Bir roman kahramanı olarak Avni Arbaş



Turhan Kayaoğlu, kahramanlarını kurgusal karakterlere dönüştürerek hayatlarını romanlaştırıyor Ressam Avni'nin Son Yılı'nda. Kayaoğlu, romanın baş karakteri ressam Avni üzerinden Avni Arbaş'ın yaşamının son bir yılını anlatıyor okuyucuya. Gerçek kişilerden ve hayatlardan yola çıkan yazar, romanına biyografik ve otobiyografik özellikleri de taşıyor. Erkekler arası dostluk, ölüm, yaşlılık, aidiyet-yabancılık, milliyetçilik-yurtseverlik-yurtsuzluk ve aşk kitapta derinlemesine işlenen temalar. Ayrıca yazarın, Avni Arbaş'la yollarının kesiştiği Foça da kitabın bir diğer kahramanı olarak dikkat çekiyor.

http://tureykose.blogspot.com/2011/11/turhan-kayaoglundan-ressam-avninin-son.html


Turhan Kayaoğlu, romanıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

-Romanınızla ilgili 'biyografik-otobiyografik' nitelemesine katılır mısınız?
- Önce izin verirsen, romanda olduğu gibi Ressam Avni'yi bu konuşmamızda da 'Üstad' diye anayım. Doğru, romana hem Üstad'ın hayatını hem de kendi hayatımı büyük ölçüde yansıttım. Bunu yaparken de bu iki kişinin nasıl yaşadıklarını anlatmaktan çok, uzun bir hayat serüveninden sonra genişlemiş iç dünyalarını ve yaşam deneyimlerini aktarmaya çalıştım. İki hem çok çetin hem de oldukça uyumlu kişilik bunlar. Ortalama bir Türkiyelinin hayatından daha farklı, daha dramatik öğeleri olan iki hayat. Biliyoruz ki, her edebi kitapta yazarın kendi hayatından izler bulunur. Bu anlamda her romanda çeşitli yoğunlukta biyografik, otobiyografik karakterler vardır. Benim romanım da böyle. Ama biyografik sözcüğü sanki bir romanın edebi değerini azaltıyormuş gibi bir his uyandırıyor bende. Bu yüzden romanımın kahramanlarının soyadına ve gerçek hayatta kimler olduklarına bakarak değil, okuyucuyla kurduğu doğrudan ilişki, onda yarattığı duygu, düşünce ve sorular gözetilerek okunmasını isterdim doğrusu.

- Avni Arbaş'ın yaşamının son döneminde yollarınız kesişmiş. Sizinle yaşamını, düşüncelerini paylaşmış, belli ki bazı mektuplarını da vermiş. Kendisi bunların yazılacağını biliyor muydu? Bu yönde bir vasiyeti, isteği var mıydı?
- Üstad'la hayat üzerine, insanlar üzerine, sanat, toplumsal ve kültürel sorunlar üzerine sürekli konuşurduk. Bunları romanda diyaloglar yoluyla aktarmaya çalıştım. Onun hayatı üzerinden yola çıkarak bunları bir kitapçık haline getirmeyi kararlaştırmıştık. Bu nedenle bu konuşmalarımızın bir bölümünü kaydetmiştik. Ne ki, hastalanınca ömrünün yetmeyeceğini anlamıştı. Bana mektup, fotoğraf, gazete kupürü gibi o güne kadar saklayabildiği ne varsa verdi ve bu kitabı artık tek başıma tamamlamamı rica etti. Bu anlamda kitabı yazmak benim için, hayatım boyunca sayesinde dostluğun en yakınına gelebildiğim bu nadir insana bir vefa borcuydu. Yalnızca yazmalıydım, o kadar!

- Kitabın adı Ressam Avni'nin Son Yılı, ama roman sadece son yılla sınırlı değil. Avni Arbaş'ın resim serüveni, Paris günleri, aşkları da romanda yer alıyor. Avni Arbaş 'Ressam Avni' olarak bir kurgu roman karakterine dönüştürülürken 'ne kadar gerçek, ne kadar kurgu' sorusu akla geliyor...
- Birbirlerine bu kadar yakın olmanın mutluluğunu duyan, dostluğun sıcaklığını gerçekten derinliklerinde hisseden iki insanın geçmişteki hayatları elbette onların günlük hayatıyla örgülenmeye başlamıştı. Kitabın bir yerinde şöyle yazılı: 'Kaplıcada geceler boyunca yaptıkları konuşmalarda Avni, bir yandan belleğinde kalan anı parçalarını küçük mücevher kutuları gibi Engin'e açarken bir yandan da güncel konulara ilişkin düşünce ve kaygılarını anlatıyordu'. Ben kurgu-gerçek ayrımı yapmak yerine, 'gerçeği kurgulama' kavramını kullanacağım. Hem geçmişteki, hem de şimdiki gerçeği.

- En yakın dostunu ölüme uğurlamak Engin'de bir dönüşüme yol açıyor ve bu sürecin sonunda bir 'iç temizliği' yapıyor. Bu temizlikte neler atılıyor, neler kalıyor geriye?- Engin dostunun ölümünden sonra içine düştüğü boşlukta, hayatla yeniden yüz yüze geliyor. Elbette, kendi hayatıyla. Artık hayatının geri kalan kısmını başka bir yönde ve başka bir içerikle yaşaması gerektiğini çok açık görüyor. Bu da onu yaşama eylemindeki önceliklerini seçmeye ve yol boyunca hayatına anlam ve zenginlik kazandıracak kişi, ortam ve uğraşıları bilinçli olarak belirlemeye yöneltiyor. Burada hayatı kendi akışına bırakmak yerine bilinçli bir seçim söz konusu. Hayat bir kere yaşanıyor ve sona doğru yaklaşan Engin'in yükünü giderek azaltması gerekiyor.


-Avni Arbaş'ın yaşamı 20. yüzyıl sanatçılarının da geçit resmi gibi. Tzara, Prevert, Picasso, Nâzım Hikmet' Avni Arbaş-Nâzım Hikmet ilişkisine çok girmemişsiniz. Ressamı roman karakterine dönüştürürken, malzemeyi nasıl seçtiniz, elediniz?
- Malzeme gerçekten çoktu. Romana aktardıklarım çok az bir kısmı. Yalnızca Avni'yle ilgili değil, Engin'le ilgili metne aldığım birçok malzemeyi de sonradan çıkarttım. Bu sınırlama, hem metni kurgulamak açısından hem de ona bir roman değeri, bir sanatsal kalite kazandırmak açısından zorunluydu. Örneğin, özellikle az önce saydığın, Avni'nin hayatına girmiş heyecan verici kişilerle ilgili bilgi ve anıları, okuyucuya rapor eden bir havadan kurtarmak için üçüncü bir kişinin ağzından öykücükler biçiminde anlattım.

- Kitabın temalarından biri de aidiyet-yabancılık. Engin, İsveçte 'yabancılık', Foça'da 'sosyal yoksulluk' çekiyor. Avni Arbaş'ın Türkiye için söylediği 'Kendisi cennet, insanları cehennem' sözlerini de dayanak yaparak Türkiye'ye, burada yaşanan ilişkilere karşı çok eleştirel değerlendirmeler yapıyorsunuz. Engin'in İsveç'te 'Türkiye'yi', Türkiye'de 'İsveç'i' aramasından kaynaklanan bir sorun da yok mu? 'Taşra aydınları'nı eleştiriyorsunuz, acaba Engin de refah toplumu standartlarını benimsemiş biri olarak onlara biraz 'İsveçli' mi kalıyor?
- Avni'nin de, Engin'in de de yıllar sonra ülkelerinde yabancılık çekmeleri çok doğal. Çünkü bu ülke, o bıraktıkları ülke değildir artık. 1980'den sonra çok şey değişmiştir ve ne yazık ki bu değişim geriye doğru olmuştur. Özellikle o eski insani değerlerin nerdeyse hepsinin kaybolduğunu ve insanların kendilerine dayatılan yeni ekonomik ve toplumsal yapı içinde boğularak yüzeyselleştiğini, kimlik ve kişilik zafiyeti içine düştüğünü görürler. Bu gerçekliği Türkiye'den hiç ayrılmamış olanlardan daha canlı yaşamaları ve o denli tepki göstermeleri, onların burnu büyüklüğüne değil, diğerlerinin hep aynı toplum içinde yaşamayı sürdürdükleri için bu gelişmeden duydukları rahatsızlığı, gündelik hayat içinde bastıracak psikolojik mekanizmalar oluşturmalarına bağlı. Engin, İsveç'i yüceltmiyor. İsveç'e de Türkiye'ye olduğu kadar mesafeli ve refah toplumuna alışmış biri olarak taşra aydınlarına tepeden bakmıyor. Onun eleştirel tutumu, gördüğü objektif manzarayla ilgili. Bu manzarada gördüğü cehalet, kibir, aymazlık ve saldırganlığa katlanamıyor.

- Avni Arbaş'ın 12 Eylül darbesini Bodrum'da yaşadığını anlatırken 'Yani Türkiye olmayan bir Türkiye'de' diyorsunuz. Sonra ressamla yollarınız Foça'da kesişiyor. Foça ne kadar 'Türkiye'ydi? Kendinizi 'yurtsuz' mu hissediyorsunuz? Milliyetçilikten ayrı bir 'yurtseverlik' algınız yok mu?
- Foça, Türkiye'nin kendisi. En az Çorum kadar Türkiye. Son otuz yıldaki toplumsal dönüşümün yarattığı insanlar tümüyle orada da var. Engin'in Foça'dan ayrılırken kendini yurtsuz hissettiğini felsefi planda söylemek mümkün. Türkiye'yi ve geri döndüğü İsveç'i ne kadar kendi yurdu olarak görüyor? Türkiye'de değil de bir başka ülkede doğmuş ve oradan İsveç'e gitmiş olsaydı da aynı yurtsuzluk duygusunu duyacaktı.

Milliyetçilik ve yurtseverlik kavramlarına gelince: Engin Foça'da yaşadığı yıllar boyunca her sabah talim yapan askerlerin 'Her Türk asker doğar' bağırışlarıyla uyanır ve her sabah İsveçli karısına 'bu ülke, ilk kez askerlerinin 'her Türk mimar doğar, doktor doğar, ressam doğar, öğretmen doğar, vb' diye bağırdığı zaman demokratikleşecektir, uygarlaşacaktır' der. Engin'i ve romanı bir yana bırakıp yazar olarak düşündüklerimi söylemek gerekirse; tarihi tamamen yalan üzerine kurulu bir toplumuz ve bu yalanları koruyan bir yasal sistem oluşturmuşuz. Bu bağlamda Kürt sorunu Türk milletinin en büyük ayıbıdır. Dört bin yıldır Anadolu'da var olan Kürtleri yıllar boyunca 'Kürt yoktur!' diye azarlayan ve yalnızca anadilleri Kürtçeyle büyümüş olan bu insanları 'Türkçe konuş ulan!' diye dipçikleyen, sersemce bir asimilasyon politikası izlenmiş. Bana göre Cumhurbaşkanı'nın yalnızca 'Kürtler vardır', dediği için yirmi yıl hapislerde çürütülen bilim adamı İsmail Beşikçi'den T.C. devleti adına özür dilemesi gerekir. Yurtdışından Türkiye'ye bakarken gördüğüm bu çirkin ve anlamsız şovenlik, bu toplumsal ikiyüzlülük, bu acıklı manzara içimi burkuyor. Belki buna yurtseverlik demek mümkün. Ben, olağanüstü bir yükselme gösteren ırkçı şovenizme ve militarizme rağmen Türkiye insanında bir kimliksizleşme görüyorum. Bir zamanlar 'komünistler Moskova'ya', şimdilerde de 'ya sev ya terk et' diyenleri yurtsever olarak görmüyorum.

Ressam Avni'nin Son Yılı/ Turhan Kayaoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 320 s.

-----------------------------------------------------
Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 3.11.2011 tarihinde yayımlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder