15 Aralık 2011 Perşembe

Behiç Ak’tan Uyku Şehir

Hızlandıkça “hikayesizleşen” erkekler

Yavaşlamak, hızlanmak ve “intihar”da durmak…

Behiç Ak’ın Uyku Şehir kitabı; erkeklere, İstanbul’a, yavaşlamaya, hızlanmaya ve intiharda “durmaya” dair bir kitap…Yavaşlığa övgü, hıza yergi ve çağdaş dünyanın erkeklerinin “hikayelerini” yitirmesine ilişkin bir anlatı… Hızlandıkça “hatıra”lardan olan, “hatıra”lar biriktiremedikçe -tükettiğini sandığı- hayat tarafından tüketilen, hayatına bir “anlam” katamayan, bir “değer” biçemeyen erkeklerin giderek yalnızlaşmasının ve “hikayesizleşmesinin” kitabı…
http://tureykose.blogspot.com/2011/12/behic-aktan-uyku-sehir.html


Behiç Ak Uyku Şehir’de üç ayrı bölümde, üç kuşaktan, üç erkeği ve bu erkeklerin İstanbul’unu anlatıyor. İlk bölümün başlığı Merkezdeki Banliyö, ikinci bölüm Kurtarılmış Bölge, üçüncü bölümün adı ise kitaba da adını veren Uyku Şehir. Bu “uyku” sözcüğü ilk anda dingin, huzurlu bir bölüm -bir erkek kahraman- vadeder görünse de; son bölümde böylesi uykulara hasret bir genç adamın öyküsü anlatılıyor. Yavaşça kendini İstanbul’a ve hayata bırakarak yaşayan bir dede, hızlanarak hayatın hakkını verdiğine inanan oğlu ve tüm “hikayeler”e geç kalmış bir torunun hayatları ve ilişkisizlikleri kitabın ana eksenini oluşturuyor.

Dede, Beyoğlu’nun Galataya’ya yakın yerinde yaşıyor. Hayatında hiçbir şeyi değiştirmeyen, yatak odasının duvarları 13 yaşından beri boyanmamış, televizyonu olmayan, telefonu yılda birkaç kez çalan, internete girmeyen, taksiye binmeyen, kenti yürüyerek dolaşan, kentle kalıcı ilişkiler kuran bir 19. yüzyıl adamı: “Galata şehrin giriş kapılarından biri. Şehrin bazı semtlerinin belli bir süre konaklanan bir giriş kapısı, hatta eşik olarak görülmesi, bir süre orada oturup, para yapıp sonra şehrin içindeki daha rahat yerlere taşınılması, yaşanan mekanlarla ilişkileri geçicileştirir. Bu onun anlayabildiği bir şey değildir işte. Ona göre bir insan hangi evde doğduysa, orada ölmelidir”. Dede, “Evinin kapısını açarak İstanbul’u odalarına dolduran”, “Ya da şehri evi gibi kullanan” bir İstanbullu. Zamanla yarışan, zamana direnenlerden değil; kendini zamana bırakıvermenin getirdiği huzurun tadını bilenlerden: “Zamanın çabuk geçmesi için kendini hızlandıran manyaklardan değildir. Tarihin buyurduğu hızda değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğü hızda zamanın akşını hissetmek ister. Gençlik goygoycusu değildir o. Deli gibi gençlik özlemlerinin esiri olmuşsa da, yaşlanmayı kendisine yasaklamaz”. Dede; insanları giderek daha çok hızlanmaya zorlayan “zamane” arzuların tutsağı olmayan, “yavaşlamanın tiryakisi” bir erkek. Milan Kundera “Yavaşlık” kitabında “İnsanlar hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırlar” diyor ya; Dede bu bilgiyi çoktan içselleştirmiş, hayatının temel ilkesi yapmış. Hızlanması, koşturması, hiçbir yere yetişmesi gerekmiyor. Kentin kavgasını, tüketen ritmini, hengamesini evinin içine sokmuyor. 3 kuşak erkek arasında en huzurlu, kendisiyle barışık ve mutlu olmayı becermiş görüneni o. Yazar, Dede’nin anlatıldığı bölümü bu uyumun, huzurun, mutluluğun “sır”rını fısıldayarak noktalıyor: “Kendi imkanlarının sınırlarını bilerek, mutluluğu gelecekte aramadan, üretilen her şeye sahip olma isteğinde olmadan, yavaş yavaş yavaşlamayı becererek, şehrin merkezinde kendi banliyösüne çekilerek yaşamıştır işte. Bu şehirde yaşlandığı için çok mutludur. Şu an ölse üzülmez!”

İkinci kuşak erkek, bir “çağdaşımız”. Yazarın ifadesiyle “kendi yanında çalışan bir köleye dönüşmüş” bir erkek…”Tutunamayanlar”dan değil; tersine hayata ziyadesiyle “yapışan”, sömürürcesine tüketen, oyunu kurallarına göre oynayan, hatta çoğu kez kendi kurallarını dayatan biri. Onun İstanbul’u; çalışan, yarışan, mücadele eden, zaferler (!) kazanan, “ölüseverliğe karşı yeniseverlikten yana” erkeklerin –(Elbette bu oyunun birçok kadın oyuncusu da var. Ancak yazarımız sözünü erkekler üzerinden söylemeyi yeğlemiş.)- oyun alanı. İstanbul’u sevmeyi bilen biri değil; bu kenti kullanan, başarı hikayelerinin atmosferi, hayatının yarış pisti gibi gören bir erkek. Babasının sevgisini “ısrarlı bir yapışkanlık ve tembellik” diye nitelendiren, çocuğuna sevgi vermeyen ama “ona kimseye bağlanmamayı öğrettiği” için övünen bir erkek. Sevgisizliği, bağlantısızlığı, “hem babasından, hem oğlundan kopmayı” özgürlük sanan bir yalnız adam. Gençliğindeki “solculuk” macerasını, ilerleyen yaşlarında bir “liberal” olarak girdiği ortamlarda avantaja dönüştürüp kullanıma sunmayı bilen bir becerikli! Gündelik yaşamda belirsiz, köşesiz , her türlü yoruma açık cümleleriyle her kesimden kabul görmenin konforunu kullanan bir iş bilir, iş bitirir: “Komünistler onu eski, sadık bir komünist olarak tanımlar, liberaller onu kapitalizmin üstünlüğünü kavrayan ‘komünist dönme’ olarak nitelendirir, demokratlar ‘özgürlükçü’ bulur, faşistler bütün kusurlarına rağmen yine de milliyetçilikten ödün vermemiş dürüst bir ‘aydın’ olarak nitelendirir, İslamcılar laik olmasına rağmen ‘şeriat fobisi’ olmayan bir münevver olarak baş tacı yapar, laikler ise kendi cephelerinin tartışılmaz bir müttefiki olduğunu itiraf ederler.”
İkinci kuşak erkek “ya daha iyisi varsa” açgözlülüğüyle, tüketiciliğiyle hiçbir kadına, hiçbir dosta, hiçbir fikre “ait” olmuyor. Sevgiyi boşverip “haz” peşine düşen, tüketiciliği hayat sömürücülüğüne dönüştüren, aidiyet duygusunu yitirdikçe yalnızlaşan bir 21. yüzyıl insanı. Dede’nin dediği gibi; “Bütün kararlarını uygulayan kişi, içindeki çocuğa istediği her oyuncağı alan babaya benzer. Oysa çocuğu eğitmenin bir yolu vermekse, bir yolu da vermemektir”. Bütün oyuncakların peşine düşer, elde eder, hepsini talan ederseniz geriye özleyeceğiniz ne kalır? Hayatınıza “tüket” “kullan-at” “hiçbir hazzı ıskalama” gibi çağdaş sloganlar egemen olursa; hangi kadında-erkekte durmayı, onu sevmeyi becerebilirsiniz ki?

3. kuşaktaki genç adam kitabın en trajik kahramanı. Henüz 24 yaşında , mutsuz. Simsiyah “yapıldıklarında ölmüş olan” resimleriyle dünyaya baktığı karanlık pencerenin ipuçlarını veren, elinde toptan bir reddedişten başka seçenek kalmamış bir yalnız adam. “Şövalyelik, kronoloji oluşturmak, kahramanlık gibi şeyler onlara yasaklanmış, anne ve babalarının engizisyonunda ömür boyu mutlu ve güvenli daha da korkuncu ‘özgür’ yaşamaya mahkum edilmiş” bir kuşağın insanı. Evi “İstanbul’un varoşlarındaki, işten çıkılınca ancak gece geç saatte yorgun argın varılabilen lüks uyku şehirlerden birinde”. Hiçbir şey “ol”amıyor, hiçbir öykünün içine giremiyor, hiçbir yere “ait” olamıyor, kendini hiçbir öykünün kahramanı yapamıyor. Zaten kahramanlar da umurunda değil. Onun “Che Guevara”sı “tanrıların eteklerine gizlenmemiş, hikayesiz masumlar”. Bütün öyküleri önceki kuşaklar kapmış, yağmalamış, tüketmiş. Ne bir dünyayı değiştirme düşünün peşine koşma şansı var artık, ne de “tutunamayan” olarak Kafkaesk dünyalara dalıp gitmenin. Mutsuzluğundan, kurbanlığından bir kahramanlık öyküsü çıkarma şansı da kalmamış. Kitaptaki şu tümceler bu genç adamın ve kuşağının çarptığı duvarları ne güzel özetliyor: “Biz ne yapalım, savaşmayalım, sevişmeyelim, sadece özgürce düzüşelim ya da internete girip chat yapalım. Üç bin kanallı dijital televizyon karşısında zap yaparken uyuyalım!” “Bütün hikayeleri yaşamışlar benciller. Bize yaşayacak hikaye bırakmamışlar.(..)Kafka onların, Karl Marks onların, Lenin, Stalin, emperyalizm, Dostoyevski, Sartre, Nietche,…Herkes onların! Bize de bu durumda Bukowski olmak falan kalıyor. Ya da galiz küfürlerle bezenmiş pornolar.” Genç adamın öyküsü, babasınınkinden daha çok farkındalık ve sorgulayıcılık içeriyor. Bu nedenle hayata karşı umursamazlığa dönüşen umarsızlığı çok dokunaklı, yalnızlığı sahici. O, babası gibi kendini oyuna kaptırmış, hayat yarışçısı olarak koşturan bir erkek değil; hayatının anlamsızlığının, etrafını çevreleyen duvarların fena halde ayrımında. Bu kadar anlamsızlık, hiçlik, boşluk, değersizlik duygusunun insanı götüreceği yer intihardan başka neresi olabilir ki? Üstelik bu genç adamın belki de tek siyasal eylemi, dünyaya karşı son ret çığlığı olan intiharı bile geride kalan anne ve babası tarafından yeniden kurgulanıyor. Genç adamın hayatı için uygun gördüğü “son” görüntü bile bozuluyor, kirletiliyor…


Üç kuşak erkeğin de İstanbul’u, mekanı, zaman kavramını algılamaları birbirinden çok farklı. Dedenin yaşamını “yavaşlık”, oğlununkini “hızlanma” sözcükleri özetlerken; torunun zaman kavramına hayata bakışındaki genel aldırışsızlık damgasını vuruyor. Behiç Ak’ın kitabı bir kuşak çatışmaları öyküsü değil. Eski ile yeni, ölmekte olanla doğan, muhafazakarla devrimci olanın çatışması değil. Turgenyev’in Babalar ve Oğulları romanında anlatılan kuşak çatışmaları ya da Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler gibi romanlarında derinleştirilen baba-oğul ilişkisinin karanlık yönlerini kurcalayan bir kitap değil. Çatışma da -hatta babaya duyulan nefret bile- bir ilgi göstergesi, bir ilişki, iletişim biçimi değil mi? Kitaptaki erkeklerin birbirleriyle çatışacak hali yok! Kimsenin hayatı, kimsenin umurunda değil. Dede, oğul, torun birbirine değmeden, ilişki kurmadan, “özgür” (!) yaşıyorlar. Herkes birbirini olduğu gibi kabul etmiş, ama bu saygılı bir mesafeden yürütülen bir ilişki olarak olumlanacak bir seçim olarak karşımıza çıkmıyor.Tersine bir tür ilişkisizlik, kayıtsızlık , oralı olmamak soğukluğu olarak yansıyor. Bağımlılıkların zincirlerinden kurtulacağız derken, “bağlılık” duygusunun verdiği sıcaklık, güven, dayanışma, aidiyet duygusunu yitiren zamanımızın erkekleri fena halde özgür, fena halde yalnız! Umursamaz –umursanmaz- ve umarsız…
Yazar kitabında erkek karakterler üzerinde odaklanmış; kadınlar ikincil , geride kalmış. Erkeklerin hayatına girip çıkan eski sevgililer, eski eş ve anne sıfatlarıyla zaman zaman okurun karşısına çıkıyor. Üç kuşak erkeğin de hayatına damgasını vurmuş bir aşk öyküsü görünmüyor, kadınlar gelip geçiyor. Kadınların erkeklerin hayatlarındaki yerleri geçici, yüzeysel, derinlikten uzak. 24 yaşındaki genç adamın annesi de -kadınların en savunmasız olabileceği “anne” sıfatıyla bile- hayata karşı güçlü zırhlarla sokağa çıkan bir kadın: “Onu, bir anne çocuğunu ne kadar sevebilirse o kadar sever. Ama bu sevgi, onu eski kocasına köle yapmadığı gibi, bu tatlı şeytana da köle yapmayacaktır. (…)Kimsenin can yeleği olmak niyetinde değildir. Kimse onu vicdan zincirleriyle duvarlara bağlayamaz. Hiçbir şey yüce değildir artık. Ulu dağlar bile yaşlı bir kıtanın kamburundan ibarettir. (…)Karşısına geçip bileklerini kesse , endişelenmeyecektir çocuğu için. Sevgisinin kendisine karşı bir kırbaç gibi kullanılmasına izin veremez.” Behiç Ak; ütopyaları, mücadeleleri, aidiyetleri kalmamış bir dünyada yaşayan (Oğul, torun) erkeklerin çıkmazlarını, takıntılarını, yalnızlıklarını anlatıyor. Dünyayı değiştirme düşünü yitirince hayatı, dünyayı, akıp giden zamanı anlamlandırmak zorlaşıyor olmalı. Herkes kendi kurtarılmış bölgesinde kendi mutsuzluğunu yaşıyor. Yıllar önceydi, Behiç Ak’ın bir karikatürünü kesip kitaplığımın yanındaki panoya asmıştım. Bir pencerenin üzerine tahtalar çakılmıştı ve altında “Kurtarılmış bölge” yazıyordu. Pencerenin gerisinde dünyadan kaçan, evine sığınan-saklanan biri vardı. O yıllarda “Hepimizin bir kurtarılmış bölgeye ihtiyacımız var. Bizi kuşatan , boğan, kendi kurallarını dayatan dünyaya karşı evimiz tek sığınağımız” diye düşünmüştüm. Oysa giderek gördük ki; sistem “kurtarılmış bölge” düşlerini de kullanıyor, yürürlükteki toplumsal düzene “dahil” hale getirmenin yollarını buluyor. Kent merkezlerinden giderek uzaklaşan sitelerde yeni hapishaneler üretiliyor. Bir tür “çoktan seçmeli tüketme özgürlüğü” gibi yüceltilen “bireysel özgürlük” , neredeyse tek tip insanlar yaratmıyor mu? O zaman da kimsenin “hikayesi” kalmıyor…

Behiç Ak çok yönlü bir yazar. “Mimar”lığı kente, lüks sitelere, mekana bakışına bir “uzman” katkısı ekliyor. Sinemacılığı İstanbul’a bakışına görsel zenginlik kazandırıyor. Behiç Ak, karikatürlerinde ustalıkla özetleyiverdiği “Kim kime, dum duma” hayatları, bu kez sözcüklerle anlatıyor. Sözcükleri kullanırken de -bantlarındaki “konuşma balonları”nda ipuçlarını verdiği gibi- mahir…

Behiç Ak, Uyku Şehir, İletişim Yayınları, 142 sayfa-------------
2 Aralık 2011 tarihinde Cumhuriyet Ankara ekinde kısaltılarak yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder