7 Ekim 2013 Pazartesi

Filinta Önal, Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e aşk mektuplarını değerlendirdi

Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal



Aşk soylu bir duygu, hakikat; niye rahatsız olalım?


Ahmed Arif tek şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim’le adını edebiyat tarihine yazdırmış; kaç kuşağın kavgalarına, sevdalarına tercüman olmuş bir büyük şair. Leylâ Erbil, ilk öykü kitaplarından son romanları Kalan ve Tuhaf Bir Erkek’e uzanan serüveninde büyüklüğünü kanıtlamış bir yazar. Ahmed Arif’in 1954-1959 yılları arasında Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplar ve 1977’de yazdığı “son bir mektup” “Leylim Leylim” adıyla yayımlandı. Leylâ Erbil “ben öldükten sonra...” yayımlansın düşüncesindeymiş, ancak sonra fikrini değiştirmiş bu mektupları yayımlamaya karar vermiş. Ne yazık ki bu kitabı görmeye ömrü yetmedi.

Şairin aşkı da, şiiri gibi. Ahmed Arif imkânsız aşkını bazen “Üzerime Toroslar yıkılmış sanki” diye ifade ediyor. Bazen “matematiğin değil şiirin diliyle sonsuz” güven ve sevgisini dile getiriyor. Leylâ Erbil’in kendisini “Tanrılaştırdığı” eleştirisine de bir felsefeci yanıtı veriyor: “Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum.”... Bazen de “Benim soyumdan insanların yaşadığı müddetçe, Kenya’dan Kamçatka’ya sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim” diye not düşüyor edebiyat ve âşıklar tarihine...

Ahmed Arif, 1977 yılında yazdığı son mektupta “Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk” diyor. İşte o Filinta Önal, artık 40 yaşını geçmiş bir heykeltıraş. Kendisiyle OSTİM’deki atölyesinde sohbet ettik. Eşi Natalie de bize katıldı. Kedileri Havuç ile Karma da yanımızdan pek ayrılmadı. Önce bilmeyenler için bir soyadı açıklaması yapalım. Ahmed Arif’in soyadı “Önal”, ancak “mahlas” olarak dedesinin adı olan “Arif”i kullanmış.




- Son mektuptaki ifadeleri nasıl değerlendirdiniz, bugün de size uyuyor mu?
- Doğru, uyuyor. Sanatçı olunca iniş çıkışlar oluyor. Zaman zaman sakin, zaman zaman iniş çıkışları olan biriyim. Bunu yazdığında 5 yaşındaymışım, insan 7’sinde neyse 70’inde de odur, derler. Aslında babam da öyle, kendi kişiliği de farklı değil. Sanatçı kişiliğimi de, genel karakterimi de büyük oranda babamdan aldığımı söyleyebilirim. Varlığımı sürdürmemi anneme borçluyum, beni yontan da eşim.

- “Filinta” çok değişik bir ad, memnun musunuz?

- İyi ki sanatçı olduk, adımız mesleğimize uydu. Sıra dışı bir isim tabii. Mesela muhasebeci olsak “Filinta Bey...” olmazdı. Biraz kilo var yaşla ilgili ama idare ediyoruz. Baba öyle bir isim koymuş ki, düzgün olacaksın, dürüst olacaksın.
- Babanızın Leylâ Erbil’e aşkından haberdar mıydınız?

- O hikâyeyi biliyorduk. Hatta Leylâ Hanım’ın “Eski Sevgili” diye bir kitabı vardır, oradaki karaktere bakınca da babama çok benzediğini görüyorsunuz. Annem de biliyordu. O mektuplar 1954-59 arasında. Annemle tanışıp evlenmeleri 1968, 14 yıl önceki bir şey. Babam o zaman 27 yaşında, üniversite öğrencisi. Meşhur 1951 tevfkifatı vardır, solcu avı. Ankara Dil Tarih Coğrafya’da felsefe bölümünde öğrenciyken gözaltına alınıyor. Suçlama da şiirlerde komünizm propagandası... Sonra da diyorlar ki, pardon beraat ettin, ama 1.5- 2 yıl hapis süreci var, iftiralar, ölsün diye yapılan akıl almaz işkenceler var. Pardon, diyorlar ama sonra yine, seni sürgüne göndereceğiz, diyorlar. O süreçte yanılmıyorsam önce Yozgat’a falan gönderiyorlar, ama mimli, iş falan bulamıyor, çalışması lazım açlıktan ölecek. Dilekçeler yazıyor, en azından sürgünü Diyarbakır’a alın, ailem var bir tas çorba içerim, diyor. Sürgün işi aylar sonra Diyarbakır’a dönüştürülüyor, açlıktan ölmekten kurtuluyor.

- Bu tür mektupların yayımlanmasını edebiyat tarihi açısından doğru bulanlar da var, saygısızlık olarak görenler de. Bir “oğul” olarak sizi ya da annenizi rahatsız eden bir yanı oldu mu bu mektupların?

- Niye olsun ki, bu hakikat. Ayrıca yaşanan şeylerin platonik olduğunu fark ediyorsunuz, biraz da umutsuz bir aşk hikâyesi var baba açısından. Eğitimi yarıda kesilmiş, ölümden dönmüş işkencelerle, kalbine iğne yapılmış- fazla anlatmazdı da sonradan öğrendim- işkencede ölüp diriliyor. Bunları yaşatacaksın bir üniversite öğrencisine şiir yazmış diye... Aşk soylu bir duygu, hayata tutunma metodu, genç bir adam ölümlerden dönüyor, platonik de olsa o aşkla hayata tutunuyor. Fakat karşılıksız, onun verdiği bir melankoli, bir hüzün de var. 

- Sizden kitap için izin alınmış. O süreci anlatır mısınız?

- Leylâ Hanım’ın editörü Ruken aradı. Kalan kitabının tanıtımına gelmek ister misin, seni görmeyi tanımayı çok istiyor Leylâ Hanım, dedi. Gittik tanıştık, çok güzel bir kadın, gözleri mavi mavi o ışığı görseniz... Bana öyle severek baktı ki... Ruken, bu mektuplar var kitaplaşmasını isterim, sen ne dersin, dedi. Olur, dedim. Leylâ hanım da çekiniyordu -eski insanlar bir asalet var-, üzülür müsünüz, diyor. Ya ne üzüleceğiz, dedim. Anneme de sordum, o da biliyor bilmez mi? Masal gibi , platonik bir hikâye. Niye utanılsın, aşk ne güzel bir şey. Bizde hiç mektup yok, babam saklamamış.

- Neden saklamadı acaba?

- Zaten olmayan bir iş belki onun için, belki de babamın şiirleri birilerinin elinde bulunuyor onları da işkenceye alıyorlar diye dönemsel olarak yazılı bir şey bırakmama diye bir şey de olabilir. Leylâ Hanım’ın bunları 80 yaşına kadar saklayacağını düşünmüş de olamaz. Yazmış kalbinden geldiği gibi, hiç yanlış bir şey de yok, babamın olduğu yerde yamuk bir iş olmaz, düzgün bir adam. Aslında biraz naif, genç, örselenmiş umutsuz bir aşk hikâyesi. Kendisi hayatta olsa sorardık tabii ki. Belki de, gerek yok, diyebilirdi Leylâ Hanım üzülmesin, sıkılmasın, diye; onu korumak anlamında. Bana sorduklarında, tamam, tarih bu, hakikat bu, dedim. Leylâ Hanım’ın eşi Mehmet Bey de oradaydı, sizin açınızdan sakıncası yoksa, benim için hiçbir sıkıntı yok, dedim. Yok bir sakınca, dediler. Leylâ Hanım nasıl asil bir kadın. Madem senin görüşün karşı değil, ben öldükten sonra yayımlansın, dedi. İkisi de Türk edebiyatında anıtsal karakterler. Benden dolayı mektupların çıkmaması diye bir şey olamaz, ben kim oluyorum, öyle bir yetki göremem kendimde.


“Tolstoy’un torunu” Natalie

- Eşiniz Natalie de “Tolstoy’un torunuymuş”. Büyük isimlerle kuşatılmışsınız. Bunun ortaya çıkışının ilginç bir öyküsü varmış, anlatır mısınız?

- Ukrayna’da tanıştık. Birkaç yıl geçti aradan, iyi anlaşıyoruz, evliliğe doğru gidiyor ilişki. Ben sanatçıyım biliyorsun bizim ülke sanat ülkesi değil, heykel ülkesi hiç değil, ama ben yapacağım, bir inat var- o da herhalde babadan geliyor, genetik hükmünü sürdürüyor demek ki- işlerimiz zaman zaman sıkıntılı olabilir, bunu bil, dedim. Ayrıcalıklı bir durumum var, benim baba şair, biz fişliyiz, dedim. Mesela devlet işleri, resmi işler imkânı yok bana verilmez. Yerel ve ilkel refleksleri kuvvetli insanlar var Türkiye’de. Girdiğimiz birtakım işlerde babadan dolayı vururlar beni, politik sebeplerle fişliyiz, dedim. “Bizim de dedelerden biri edebiyatçıymış” dedi, ben de “kim” diye sordum. Bu arada içimden, bir sürü edebiyatçı, sanatçı var bunlarda, bilmediğimiz biri çıkacak rezil olacağız, diye düşünüyorum. Alçak sesle “Annemin dedelerinden birisi Tolstoy” dedi. Hangi Tolstoy, Savaş ve Barış’ı Anna Karenina’yı yazan mı, diye sordum. İşte o, dedi. Niye alçak sesle söylüyorsun, dedim. Çok ayıp, soyuyla sopuyla övünmek ayıptır, dedi. (Natalie sohbete katılırken “Böyle büyük isim taşıyorsan o zaman herkes senden büyük beklenti içine giriyor. Sen normal bir insansın, sen de yemek yiyorsun, işe gidiyorsun, hayatını yaşıyorsun. Sen sanki farklısın, mucize yaratabilirsin gibi bakıyorlar. Böyle bir şey yok. O yüzden sıkılıyorsun.” diyor.)

- Sanatçılar egosu yüksek kişiler, siz de bir sanatçısınız. Ama hep “Ahmed Arif’in oğlu” diye anılıyorsunuz...

- İnsanların pek çoğunun aklında bir resim, bir imaj oluyor babayla ilgili, benle ilgili. O resme doğru geliyor. Ben bu insanlardan hoşlanmıyorum, hele kadınlardan hiç. Kişilikli olacaksın. Ben neyim? Baba ayrı bir güzellik... Natalie’nin yabancı olması benim için daha iyi. Bende bir numara varsa gelir, ben de onu öyle... Üniversitede, mesleğimde hep en iyi olmaya çalıştım. Allah’tan yetenek var, çok çalıştım, iyi olmaya çalıştım. Size birisi engel olmak istiyorsa, işinizde eksiklik varsa oradan vururlar, o yok, her şey mükemmel, ihalelerde birinci oluyoruz, birisi çıkıyor, babamdan dolayı vuruyor. Bunu parti ya da ideolojilere bağlamıyorum, insanların kıskançlıklarına, eksikliklerine bağlıyorum. Hem Türkiye gibi bir yerde yaşayacaksın, heykel yaparak yaşamaya direneceksin, sonra efsane olacaksın. Sıradan insanlar yapınca çok büyük başarı hikâyeleri oluyor, ama ben yapınca, zaten babası da sanatçıydı, sanki azmış gibi bile görülüyor benim yaptıklarım... İki kez babayla ilgili olumlu şeyler yaşadım. Bunlar kayrılma değil, hakkımın teslim edilmesi gibi oldu. Politikayı sevmiyorum, sığ buluyorum, ilgilenmiyorum; felsefe, tarih okuyorum; kendimi yontup adam etmeye çalışıyorum. Profesör Onur Bilge Kula, beni sahiplendi. Ertuğrul Günay’ın kültür bakanı olması şanstı -politika üzerinden değil bireyler üzerinden konuşuyorum-. Diyarbakır’da babam adına müze yaptılar. Bana abilik yaptılar, babayı sahiplendiler.

- Siz hiç şiir yazdınız mı?

- Hayır, niye olsun? Büyük ağacın dibinde ot bitmez. Katiyen uzak durdum bilinçli olarak. Benim yeteneğim heykele. Yazı da bir dil, taşı yontmak da bir dil; kilin, çamurun da bir dili var, her malzemenin bir dili var. Benim malzemem de taş, çamur.

- Ahmed Arif, tek kitapla edebiyat tarihine adını yazdırdı. İkinci bir kitap geliyormuş, ama ömrü yetmemiş, değil mi?

- Tek kitap da yeter. Adam olana çok bile. İkinci olacaktı da olamadı, ölümü talihsizlik oldu. Bir sürü adam var, resmi ideolojilerin adamlarıdır bunu söyleyenler çamur atmak için, efendim bir kitap yazmış... Sen ne yaptın on tane kitabın var, hepsini toplasan Ahmed Arif’in yarısı ediyor mu? Elini sallasan şaire değiyor -değsin de- herkes de yerini bilsin. Bazıları anıt adamlar oluyor.

- Ahmed Arif’in en çok hangi şiiri dokunur size?

- “Anadolu”. Toparlayıcı bir şey çünkü, müthiş.

- İtalya’da bir Mediciler var Rönesansı etkileyen, sanatçıya hamilik yapan. Türkiye’de heykel yaparak yaşamak zor herhalde...

- Sanat hamileri varmış. Bugün sponsor diyorlar ama o karşılamıyor. O burjuvaziyle, hatta aristokrasiyle ilgili. Türkiye’nin burjuvalaşmasını beklersek 1500 yıl bekleriz. Burada olsa olsa parayı bulmuş çarıklı küçük burjuva olur. Keşke olsa, okuyan, entelektüel, kentin nimetlerinden faydalanan burjuvalar. Sonra sponsorluk yapınca, onu yap, bunu yapma... Bana sponsor olmayın, kardeşim...

- Kamusal alanda heykelleri, büstleri anıtlarda, parklarda, meydanlarda görüyoruz. Nasıl buluyorsunuz bunları?

- Kötü. Ben olsam kaldırırım onları. Burjuvalaşma yok, köylü zihniyetiyle olmuyor. Yok yüksek sanat, yok alçak sanat... Öyle bir şey yok. Heykeltıraşlığın iki boyutundan bahsedebilirim. 1. Benim de sevdiğim özgün işler. Sanatın yükseği alçağı olmaz, hepimiz cürmümüz kadar iş yaparız. 2. Kulvar resmi işler. Sadece resmi işler yapan adamlar var, sadece sanat yapanlar var, birbirlerini beğenmemezlik halleri vardır. Ben de şöyle bir herifim; ikisini de yaparım, iyi de yaparım, bana da hiçbir şey söyleyemezsiniz. Babamın döneminde de, ilerici devrimci şiir, denirdi. Babam, “önce şiir olmalı, yoksa slogan olur” derdi. Resim de, heykel de önce iyi sanat olmalı. Sanat mı, toplum mu önce gelir tartışmalarında da, babam “Benim için önce iyi olacak” derdi.
--------------
Cumhuriyet Gazetesi Pazar ekinde 6 Ekim 2013 tarihinde yayımlandı.
l

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder