3 Mart 2014 Pazartesi

Sezgin Kaymaz'dan Deccal'in Hatırı


Hayat nakli” gibi acayip aşkların romanı

Herkesi olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur”

Cinsellik ruhun organıdır, koparıp atarsanız ağrır”


Hayat fantastiktir, çünkü fantazya hayatın kendisidir”




Sezgin Kaymaz’ın son romanı Deccal'in Hatırı, Sevinç Kuşları üçlemesinin ilk kitabı. Aşk ve ölüm üzerine rengarenk, şiddetli, hüzünlü “acayip” bir roman. Deli-dahi doktorlar, polisler, mafyacılar, “homoseksüalist”ler, transseksüeller, orospular, komünist abilerle ablalar, rantiyeler...Ankara sokaklarında, pavyonlarda, hastanelerde, karakollarda, kentsel dönüşüm alanlarında “iş üstünde”...İlaveten,  “insaniyet meselesinde orospuluğu olsun ibneliği olsun mesele yapmayacak kadar insaniyetli” Deccal. Hatta, Freddy Mercury bile araya giriyor bir yerlerde. Özetle, “ruhuna kakıştırılan ezberi reddeden, kendi repliğini yazabilen” kahramanlar.

Sezgin  Kaymaz, son romanında öyle “fantastik” alemlerden bildirmiyor. Ama bu, kahramanlarının “fantastik” özellikleri olmadığı anlamına gelmesin. Roman fena halde gerçekçi, hatta toplumcu gerçekçi bile sayılabilir. Aynı zamanda da “mistik”. Mevlana'dan bir epigrafla açılıyor: "Aşk ırmağının suçu yok;/ bizim maşrapamız küçük..." Deccal'in Hatırı  "maşrapası büyüklerin" cinsiyet, kural, yasak tanımayan imkansız aşklarının romanı. Ve,   “hayat nakli” gibi müthiş bu aşk hikayelerinin sayfaları arasından sevinç kuşları havalanıyor.   Hüzün bulutlarını dağıta dağıta. Yüreğiniz şefkatle titriyor. Yok hayır, “şefkat” üstten oldu; sevgiyle doluyor içiniz, insanlığa ilişkin taze bir umutla, sevinçle parlıyor gözleriniz. Bu büyük “aşk” hikayelerine hürmetle...  

Sezgin Kaymaz'la son romanı üzerine sohbet ettik.



Niye “üçleme” oldu? Sırada neler var? Bir de; “Sevinç Kuşları” “Deccal”, bu sözcükler ilk bakışta yan yana zor gelir gibi geliyor, ama gelmiş...

Kitap üç tane bir'den oluşan bir üçleme, üçü de kendi hâlinde birer roman, ama üçü bir araya geldiğinde bir başka roman. Özetle, evet üç, ama hem de bir.
Yazmaya başladıktan sonra gerisine karışamadığım için zaman zaman oluyor böyle kazalar; her köşeden bir kahraman çıkıyor, iş büyüyor, onlardan da çıkıyor benden de. Mecburen yazmaya devam ediyorum, çünkü onlar oynamaya devam ediyor. Yoksa harfleri bol bulduğumdan değil.

Deccal ve Sevinç Kuşları'nın yan yana gelmesi meselesine gelince...
İsevi inanışa göre Deccal, bizi kışkırtacak, ayartacak, dünyevi yolun sonuna götürecek olan.
Tüm inanışlara göre de yolun sonu başından yazılmamış mı? O hâlde Deccal kışkırtıcı falan değil, görevli.
Gittiğimiz son durakta bir elimizi belimize koyup bir elimizle de onu gösterip "Ama o kışkırttı." dediğimiz zaman, "Kışkırmayaydın!" diyecekler, gık diyemeyeceğiz.
Teybi çalıştıran düğmesi değildir. O düğmenin harekete geçirdiği bir dizi mekanik karşılıktır. Biz de Deccal'ın ardına takılıp gideceksek eğer, bizde gidecek meşrep, yani "Gelsene!" davetinin metafizik karşılığı olduğundandır.
Romanda Deccal bazılarını kendi kıyametlerine götürüyor, evet. Ama kimse onun davetine icabet ettiği için gitmiyor, başka, daha büyük bir Deccal'ın hükmü altında o gidenler. Onun davetine uyuyor, buna çarpılıyorlar. Mevlânâ'nın dediği gibi;
Öyle zalimsin; vurursun kendini,
Sonra lânetler durursun kendini.
Müslümanlıkta Deccal kavramı yok; bu açıdan o zat sadece bir hurâfe.
Ancak ister inanışa ister hurâfeye kafa yoralım, verilmek istenen evrensel mesaj aynıdır. Görevli Deccal "Gelsene!" dediğinde, biz kendi ruhumuzdaki kışkırtıcıların eteğine tutunmuş gidiyor olacağız. Adama fazla iş düşmeyecek.
Hay Allah, burada da Hristiyanlıkla Müslümanlık yan yana geldi.

Sizin Deccal’iniz “Robin Hood’la Prens John arası, iyiyle kötünün arasında duran, çekici” bir karakter. Zaten Deccal’in resmi adı “Celal” de bu ikiliği anlatmıyor mu? Bir yandan “şiddetli”, diğer yandan “büyük, ulu”. İyi ile kötü arasındaki mesafe o kadar kısa mı? “Ateş Canına Yapışsın” kitabında Azazil’in şeytana dönüşmesi hikayesi genel kabulleri, önyargıları sorgulamamızı sağlayan bir metindi   Bu romandan sonra da Deccal’i  başka bir gözle mi göreceğiz?

Deccal her ne kadar Deccal olmayı kendi seçmeyen Celâl gibi görünse de, bana sanki bin defa daha dünyaya gelse Deccal olmayı Celâl olmaya yeğleyecek bir Celâl gibi görünüyor. Çekiciliği, amca zulmüne çarpıldığı o zaman diliminde donup kalan çocukluğundan geliyor ve bütün ölümcüllüğüne rağmen kolunun uzandığı her yere fisebilullah serpip döküp saçtığı sevinçten... Ama bilemem şimdiden. Belki bambaşka bir sebep daha vardır bu sebeplerin altında. Ona o karar verecek.
Sertliği ise, "Öz amcam bana bunu yaptıysa kim kime neler yapmaz?" şüpheciliğinden geliyor gibi. Ve bir biçimde, her bir insanın güç yetirdiği her bir diğer insanı fırsatını bulduğu anda kendi emrine - zevkine - hizmetine - inanışına âmâde bir yaratığa çevireceğini görme bilgeliğinden. Bu yüzden kendisi olmakla yetinip ötekilerin hayatlarına bulaşmayanlarla başı hoş Deccal'ın. Onlara gülümsüyor sağ gözüyle.
Enteresan bir adam, evet. Ben de tam çözemedim henüz.
Ne yaparsınız; bir Deccal kolay yetişmiyor.

Ben bu kitabı büyük bir aşk romanı gibi okudum. Siz nasıl görürsünüz? Ve nasıl aşk-lar? Yılgör abi romanın ana karakterlerinden değil ama “Tutmak değil bırakmak zengin ederdi insanı; biriktirmek değil paylaşmak, yığmak değil dağıtmak, toplamak değil bölüşmek, sahiplenmek değil terk etmek, kısaca; almak değil vermek. Sende ihtiyacından fazla bir şey varsa, bu , ona ihtiyacı olan birinin hakkını elinde tutuyorsun demektir” diyor bir yerlerde. Ve hatta “Aslında vermek veya almak diye bir şey yoktu hayatta. Her şey herkesindi , dünya kurulduğunda olduğu gibi” diyorsunuz. Sevinç kuşlarının insanı uçurabilmesi için hafiflemek, vermek...

'Aşk romanı' yakıştırması büyük iltifat. Keşke olmuş olsa, bari bir tanecik bir aşkın romanını yazabilmiş olsam, ama nerdee? Kim yazabilmiş ki? Mevlânâ bile pes etmiş de,
"Aşkı tefsir et desek, aciz beşer,
Aşkı etse etse aşk tefsir eder." demiş.
Muazzam bir kişilik devrimi aşk. Kendinden çıkıp başkasında yaşama, hürriyeti esarette bulma, belki de hiç açılmayacak bir kapının eşiğinde çöküp yüz bin sene bekleme hâli. Bunu nasıl anlatacaksın? Ne diyecek, nasıl tarif edeceksin?

Karakterleriniz çoğu kez sıradan insanlar. Deccal ve Zila’nın ise ayrıcalıklı fiziksel özellikleri var. Deccal’ın gözleri, çekiciliği, Zila’nın herkesi büyüleyen cazibesi. Güzellik-çekicilik -ilk bakışta/son bakışta-  sevinç kuşlarını hemen kanatlandırıveriyor mu?  

Niye? İrfan'ın ayrıcalıkları yok mu? Ayıp oluyor ama.
Her neyse, geçelim bu bahsi.
Bir insanı zamanla artıp eksilen nedenlerin çetelesine bakarak sevemezsiniz. O iş, ortaklık kurmaya karar vermek gibi ticari bir boyuta ışınlar sizi, oluş'a değil, iş'e ışınlar. "Şunun şususunu busunu takdir ediyorum, öteki beriki huylarını beğeniyorum, oralarına buralarına ilgi duyuyorum, o hâlde sevebilirim." dediniz mi yandı bitti o ilişki, bırakınız sevgiyi, beğeni mertebesine bile erişemedi. Sevmek ki, aşkın ısınma koşusu bile değil, açma germe hareketleri belki. Nitelemelerle sevme olamayacağına göre o sevme sandığınız şeylerle aşkı nasıl bulacaksınız siz?
Nasıl olduğunu bilmiyorum ama ne zaman olduğunu biliyorum; onu söyleyebilirim: BİR ANDA.
İlk bakış son bakıştır, ilk intibâ son intibâdır. Aşk böyle bir şeydir.
"Bir zamanlar delicesine âşıktım." diyenlere gülüp geçiniz. Varsa bitmez, gelmişse gitmez o.

Aşkım! Kalbimin bayrağı! Dinimin direği!” Bu bayrakla, bu direk biraraya gelir mi öyle kolayına? 

Zor, ama gelirse iyi olur; aşk olur.
Şöyle bir açmaz var burada; aşk imkânsız kadar zor, ama aşkta imkânsız yok. Yani, imkânsızlığın evrenine ulaşabilmek için önce imkânsızlıkla imtihan edilirsiniz. Her şey biter, bütün ağırlıklar gider, 'ben'in son kırıntıları da çöpe atılır, aşk ancak o zaman başlar.

Ben olmam benim günahım mı? Mahşere bırak infazımı şimdi cezalandırma, ne olur. Bir öleyim, sonsuza kadar kavurursun, az bekle” diyor bir yerlerde Allah’a yalvaran aşık. Tabular cevaz vermez herhalde böyle senli-benli bir muhabette. Ve fakat, bir yandan da inanılmaz bir inanç samimiyeti, sıcaklığı, hatta mizah var... 

Tabu mu? Veysel ve tabu ha? Hadi canım. Olsa olsa samimiyet olur Veysel'de, ki o Veysel'in güzelliğidir. Samimiyete gelince... Ne yapsın, baştan söylüyor "Ben olmam benim günahım mı?" diye. Hem bin taklayla binbir pislik edip hem de o pislikleri yapıp eden o değilmiş gibi saygılı bir mesafede sizli bizli namaza duranı Veysel'e yeğ tutar mı Allah? Ki bu da Allah'ın güzelliğidir.

İlk kez bir romanınızda cinsellik bu kadar geniş yer tutuyor. “Aşkın cinsiyeti olmaz” derken;  heteroseksüeller, eşcinseller, trans bireyler giriyor romanınıza. 21. yüzyılda hala kurallara, yasaklara, geleneklere, dinlere, tabulara teslim olmadan "aşka" itibar etmek neden bu kadar zor?

Herkesi olduğu gibi yazdım ben; hiçbir şeylerine karışmadım, müdahale etmedim. Aşksa aşk, cinsellikse cinsellik. Oldukları gibi gelmişler, niye olduklarından farklılarmış gibi göstereyim?
Açsam mı biraz?
Açayım haydi.
Bir kazada bir organınızı kaybederseniz vücudunuz ve ruhunuz bunu kabul etmekte zorlanır. Araya araya kopuşun olduğu uca kadar gelir sistem, o noktada ağlayıp alarm vermeye bir başlar, bir daha da susmaz. Kopan parmağınız kaşınır meselâ, ampute edilmiş ayağınıza kara sular iner. Zaman zaman da o olmayan organınız felâket ağrır. Buna tıpta fantom ağrıları derler; hayalet ağrı mânâsına. Olmayan organ ağrır mı derseniz, evet ağrır; kendimden biliyorum. İstediği kadar gitsin, sizin parçanız olmaya devam ediyor o giden.

Homoseksüellik eskilerde saçmalık, sapkınlık gibi görülmüyordu; bu paranoyalar sonradan, hegemonların toplum mühendisliği denen ruh tecavüzleri yüzünden icat edildi. "Benim doğru dediğime sen de doğru diyeceksin." dayatması ille de elde kılıçla yapılmalıdır diye bir şey yok. Günah dersiniz, ayıp dersiniz, yasak dersiniz, aynı şey. Çoğu zaman da kılıçtan bile etkili. Tek yapacağınız, bireyi kendi farklılıklarından korkar hâle getirecek bir kalabalık baskısı oluşturmak. Ama bu haksızlık. Siz bu taraftakilerin arasında kaynayıp gittiğiniz, renklerinizden vazgeçip solmaya razı olduğunuz, yok olduğunuz için adam sanacaksınız kendinizi, kendi gibi olan, neyse o olarak yaşamak isteyen homoseksüelin kendini ayıplamasını, yasaklamasını, kendinden utanmasını ve 'gidip tedavi medavi olmasını' bekleyeceksiniz.
Olmaz.
El, kol nasıl vücudun organıysa cinsellik de ruhun organıdır. Koparıp atarsanız hep ağrır.
En ağır cinsel suçlar, en ağır cinsel baskıların yapıldığı yerlerde işlenir.

Ama daha önemli bir şey var.
Felsefe yapalım biraz.
İnsan denilen varlık, toplum denilen varlığın olmazsa olmaz bir organı.
Yok şöyle - yok böyle - yok homoseksüalist - yok kızlı erkekli diyerek sosyal bünyeden koparıp attığınız her can toplumunuzun fantom ağrısıdır aslında. Var olduğu sürece günün büyük bölümünde hissetmediğiniz saçlarınız dökülsün de kel olun, günün her ânında onu hissetmeye başlarsınız.
Aklınız hep onun orasında bunun burasındayken kalbiniz ıvır zıvırla dolar, iyilik, esenlik, güzelliğe oturacak yer kalmaz. Sevmekte bile zorlanırsınız ki aşk sizin ne haddinize.
Yapmayın.
Herkesi olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur.

Epigraflarda daha önceki kitaplarınızda olduğu gibi yine Mevlana var. Toplumuzda Mevlana ne ölçüde gerçekten kavrandı, ne ölçüde, yarım yamalak alıntılarla popülerleştirildi?  

Hicrî 3. asırda İslâmın muazzez peygamberine atfedilen hadis sayısı bir buçuk milyondan fazlaydı. Oysa zayıf, sahih, gayri sahih, mütevatır, kudsi, kavi, mürsel, müsned vesaire, hepsini toplayıp en ciddi kaynaklara onaylatın, hakikatte beş bin hadis ya var ya yok.
Mevlânâ'nın başına gelen de budur. Aferin almak, taraftar toplamak, hava atmak, çok biliyormuş gibi görünmek, duygu insanı sınıfından sayılmak mı istiyorsun, "Mevlânâ demiş kiiii..." diye başla. İnanan çıkıyor.
Üzülerek fakat emniyetle söyleyebilirim; Amerika'da Türkiye'de olduğundan daha iyi bilinir bugün Mevlânâ. Daha doğru bilinir, çünkü orada onu bilmenin tek başvuru kaynağı gene onun kitaplarıdır. Mesnevi, Mektûbât, Fi-hi Mâfih, Divân-ı Kebir ve Mecâlis-i Seb'a. Bir söz uydurmaya kalkamazsınız, çünkü hemen "Dur bakayım, nerde yazıyormuş." derler.
Bizde ise "O bir din âlimiydi." diyen softalar o tarafa, "Bizi de görün!" diye yırtınanlar bu tarafa, edebiyatçılar şu tarafa, popülaristler beriye çeker, sufizm düşmanları öteye iteler dururlar Mevlânâ'yı; ona ait olan - olmayan milyonlarca söz, gazel, şiir, hikâye, mesnevi, rubai söyleyip uydurarak. Kimi zaman iyi niyetle - farkında olmadan başkalaştırır, kimi zaman art niyetle ve bile isteye iftira, bühtan edip karalarlar.
Sekiz yüz yıl önce 'olduğu gibi' kabul edilmiş bir adam, bugün ne yazık, 'kabul edilmek istendiği gibi' oldurulmaya çalışılıyor. Elif Şafak'ın 'Aşk' romanında olduğu gibi. Çok üzücü.


Bir yerde doktor Veysel’den sözederken “Zaten de aklın dışında bir herifti....veya üstünde” diyorsunuz.  Sizin romanlarınız gibi.  “Kurgu” sözünden hazzetmiyorsunuz. “Fantastik kurgu” sınıflandırmasını da pek sevmiyorsunuz biliyoruz.  Peki, biz ne diyelim bu romanlara? Hangi türe sıkıştıralım, sığıştıralım, sıkıştıralım mı?

Bu fikir Veysel'e ait. "... 'Akıl dışı' dediğiniz şey belki sizin aklınızın erişemediği bir akıl üstü hâlidir." diyor adamcağız. Ben naklediyorum; her kelimesine, her harfine ve her kelime arası boşluğuna cân-ı gönülden katılarak.

Roman, aklın ve ruhun sınırlarında gezer. Fantastik roman ise sınırların ötesinde. Ne demeye her şeyi bize gösterilenden, öğretilenden, kısaca hegemonların dayattığından ibaret sanalım? Şehriye çorbası gibi terbiyelenmeye razı gelmek zorunda mıyız? Birileri az yumurta, az un, az limon katıp hayatımızı kendi doktrinleriyle çırpıştırdığı zaman kendimizi kâmil hissetmeyi reddetsek de kendi harımızda pişip taşsak olmaz mı? Bal gibi olur. İşte o zaman da hayat fantastik olur. Romanlarımı illâ ki kategorize edeceksek, bence de fantastik edebiyat, evet, ama kurgu değil.

'Kurgu' sözüne özel bir gıcığım yok. Kurgulayan kurgulayabildiği kadar kurgulasın. O da onun hüneridir, aferin. Ben kendi adıma, kurgulayarak yazabilen biri olmadığım için bu etiket bana yapıştığında gıcık kapıyorum. Olmuyor çünkü, uymuyor. Başını sonunu bildiğim bir şeyi niye yazayım değil mi? Zaten biliyorum.


Romanlarınızda bazen mistik, metafizik bir yerlere doğru yol aldığı hissine kapılıyor okur. Sonra “pat” diye  fena halde gerçek bir dünyaya atılıveriyoruz. Mistik bir yazar olarak da sizi  görmek mümkün, toplumcu gerçekçi bir yazar olarak da. Siz, yazarlığınızı nasıl bir yerde görüyorsunuz?

Öyle gerçekler vardır ki, yazdığınız zaman mistik görünür. Benzer şekilde mistik görünen öyle şeyler vardır ki, düpedüz gerçektir.
Dua ve beddua mistiktir. Görüp bilmediğiniz, sadece inandığınız göksel bir varlığa yalvarırsınız.
Bazı niyazlarınız gerçekleşir. Siz dua ettiniz diye mi gerçekleşmiştir, yoksa gerçekleşeceği vardı da ondan mı? Önemsemezsiniz. İnandığınız sürece en gerçek gerçek budur.
Ümit de öyle... Birinin veya birilerinin sizin ihtiyaç ve istekleriniz doğrultusunda bir şeyler yapmasını beklersiniz.
Yaptıkları zaman, öyle umduğunuz için yaptıklarına inanırsınız. Siz büyücü müsünüz?
Rüyalar mistiktir.
Kimileri çıkar; "Biliyordum." dersiniz. Olacakları önceden görme yeteneğiniz mi var, yoksa zamanda yolculuk mu yapıyorsunuz?
Belki hem o hem bu, belki de ne o ne bu... Ama ben yazdığım zaman bana mistik, yazdıklarıma da fantastik diyorlar. Katılırım; hayat fantastiktir, çünkü fantazya hayatın ta kendisidir.
Ve senin hayatın, ancak kimseciklerin dokunamadığı, sınırlayamadığı, müdahale edemediği, bulandıramadığı bir şey olduğu zaman senin hayatındır; böyle bir hayat ise bu ortamda fantastik. Bu yüzden ben istediğim kadar hayatın ta kendisini yazayım, buna hep roman diyecekler.

Bu roman nasıl yazıldı, diye sorsam, “olduruldu, yazdırıldı” diyeceksiniz. Peki nasıl “olduruldu”?  Göksel esinlerle mi, dünyevi dertlerle mi, acıyla mı, aşkla mı, umutla mı, öfkeyle mi? “Tanrı yazar” yerine kahramanlarının emri altına girmiş, peşlerinde sürüklenen yazar olmaya talipsiniz. Bu kez kahramanlar “kafalarına göre” nerelere savruldu, sizi nerelere götürdü?

Ben romanın nasıl doğduğuna ve nasıl büyüdüğüne karışmıyorum. Kim ne isterse onu yapıyor, kim ne dilerse onu söylüyor; aktarıyorum sadece. Aktarırken de şunu öğreniyorum kahraman milletinden; dert, elem keder tanrı kemendidir; kulağından tutar da ikbâl kapısına götürüp bırakır insanı. Hâl bu olunca benim hiçbir dertlim normal aklın kabullendiği gibi eğilip bükülmüyor dert karşısında, ezilip büzülmüyor, ağlaşıp tepişmiyor. Okur buna 'dertlileri eninde sonunda güldürmek' diyor; hâlbuki güldüren ben değilim, derdin kendisi. Derdi olmasa ondan kurtulduğu zaman gülemeyecekti adam.
Aşk da böyle hem, hem de apayrı bir irtifa. Görüp öğrenmeye çalıştıkça kördüğüm oluyorum. Ama oradan da öğrenmişim gibi görünen bir şey var; aşk akılla bir arada olmuyor, aklın kabulleri hep bencil çünkü. Aşka ulaşmak için aklın zırvalıklarından kurtulmak gerekiyor demek ki. Yani öğrenebilmiş miyim? Hayır! Çünkü öğrenme de akılla oluyor. Üff.

Deccal'ın Hatırı -diğer birçok kitabınız gibi- Ankara’da geçiyor. Mekan nasıl “olduruluyor”, kahramanlar “Ankara’da kahramanlık yapacağız” mı diyor? 

Aynen.
Kızacaksınız ama ona da karışmıyorum; istedikleri yerde oynuyorlar rollerini, Ankara'ysa Ankara, Konya'ysa Konya. Hiç sağları solları belli olmuyor. Bakarsınız yarın da kalkar, "Sen karışma. Bu sefer İsveç Kraliyet Akademisinde oynayacağız. " diye tuttururlar. Saygı göstermek lâzım.

Artık hayatınızda antrenörlük sayfası kapandı. “Yazmanın bu kadar hoşuma gideceğini bilseydim 31 sene top peşinde koşmazdım” demişsiniz bir zamanlar.  Aktif spor yaşamından kopuş,  yazarlık yaşamında da bol zamanlı yeni bir dönem mi?

Öyle hissediyorum. Günün tamamını kaleme kâğıda teslim etmek harika bir duygu. Çok iyi geliyor. Bu hava ilham ve de üretim sürecini gazlıyor doğal olarak. Tutmayın beni.
------------------------------------------------------------------------

Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 27 Şubat 2014 tarihinde kısaltılarak yayımlandı.


1 yorum:

  1. Sezgin Kaymaz... Düşlerinden öpüyorum... bu milletin sana gerçekten ihtiyacı var...

    YanıtlaSil