“Hayat nakli” gibi acayip
aşkların romanı
“Herkesi
olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur”
“Cinsellik
ruhun organıdır, koparıp atarsanız ağrır”
“Hayat
fantastiktir, çünkü fantazya hayatın kendisidir”
Sezgin
Kaymaz’ın son romanı Deccal'in
Hatırı, Sevinç
Kuşları üçlemesinin
ilk kitabı. Aşk ve ölüm üzerine rengarenk, şiddetli, hüzünlü
“acayip” bir roman. Deli-dahi doktorlar, polisler, mafyacılar,
“homoseksüalist”ler, transseksüeller, orospular, komünist
abilerle ablalar, rantiyeler...Ankara sokaklarında, pavyonlarda,
hastanelerde, karakollarda, kentsel dönüşüm alanlarında “iş
üstünde”...İlaveten, “insaniyet meselesinde orospuluğu
olsun ibneliği olsun mesele yapmayacak kadar insaniyetli” Deccal.
Hatta, Freddy Mercury
bile araya giriyor bir yerlerde. Özetle, “ruhuna kakıştırılan
ezberi reddeden, kendi repliğini yazabilen” kahramanlar.
Sezgin
Kaymaz, son romanında öyle “fantastik” alemlerden
bildirmiyor. Ama bu, kahramanlarının “fantastik” özellikleri
olmadığı anlamına gelmesin. Roman fena halde gerçekçi, hatta
toplumcu gerçekçi bile sayılabilir. Aynı zamanda da “mistik”. Mevlana'dan bir epigrafla açılıyor: "Aşk ırmağının suçu yok;/ bizim maşrapamız küçük..." Deccal'in Hatırı "maşrapası büyüklerin" cinsiyet, kural, yasak tanımayan imkansız aşklarının romanı. Ve, “hayat
nakli” gibi müthiş bu aşk hikayelerinin sayfaları arasından
sevinç kuşları havalanıyor. Hüzün bulutlarını
dağıta dağıta. Yüreğiniz şefkatle titriyor. Yok hayır,
“şefkat” üstten oldu; sevgiyle doluyor içiniz, insanlığa ilişkin taze bir umutla, sevinçle
parlıyor gözleriniz. Bu büyük “aşk” hikayelerine hürmetle...
Sezgin
Kaymaz'la son romanı üzerine sohbet ettik.
Niye
“üçleme” oldu? Sırada neler var? Bir de; “Sevinç Kuşları”
“Deccal”, bu sözcükler ilk bakışta yan yana zor gelir gibi
geliyor, ama gelmiş...
Kitap
üç tane bir'den oluşan bir üçleme, üçü de kendi hâlinde
birer roman, ama üçü bir araya geldiğinde bir başka roman.
Özetle, evet üç, ama hem de bir.
Yazmaya
başladıktan sonra gerisine karışamadığım için zaman zaman
oluyor böyle kazalar; her köşeden bir kahraman çıkıyor, iş
büyüyor, onlardan da çıkıyor benden de. Mecburen yazmaya devam
ediyorum, çünkü onlar oynamaya devam ediyor. Yoksa harfleri bol
bulduğumdan değil.
Deccal
ve Sevinç Kuşları'nın yan yana gelmesi meselesine gelince...
İsevi
inanışa göre Deccal, bizi kışkırtacak, ayartacak, dünyevi
yolun sonuna götürecek olan.
Tüm
inanışlara göre de yolun sonu başından yazılmamış mı? O
hâlde Deccal kışkırtıcı falan değil, görevli.
Gittiğimiz
son durakta bir elimizi belimize koyup bir elimizle de onu gösterip
"Ama o kışkırttı." dediğimiz zaman, "Kışkırmayaydın!"
diyecekler, gık diyemeyeceğiz.
Teybi
çalıştıran düğmesi değildir. O düğmenin harekete geçirdiği
bir dizi mekanik karşılıktır. Biz de Deccal'ın ardına takılıp
gideceksek eğer, bizde gidecek meşrep, yani "Gelsene!"
davetinin metafizik karşılığı olduğundandır.
Romanda
Deccal bazılarını kendi kıyametlerine götürüyor, evet. Ama
kimse onun davetine icabet ettiği için gitmiyor, başka, daha büyük
bir Deccal'ın hükmü altında o gidenler. Onun davetine uyuyor,
buna çarpılıyorlar. Mevlânâ'nın dediği gibi;
Öyle
zalimsin; vurursun kendini,
Sonra
lânetler durursun kendini.
Müslümanlıkta
Deccal kavramı yok; bu açıdan o zat sadece bir hurâfe.
Ancak
ister inanışa ister hurâfeye kafa yoralım, verilmek istenen
evrensel mesaj aynıdır. Görevli Deccal "Gelsene!"
dediğinde, biz kendi ruhumuzdaki kışkırtıcıların eteğine
tutunmuş gidiyor olacağız. Adama fazla iş düşmeyecek.
Hay
Allah, burada da Hristiyanlıkla Müslümanlık yan yana geldi.
Sizin
Deccal’iniz “Robin Hood’la Prens John arası, iyiyle kötünün
arasında duran, çekici” bir karakter. Zaten Deccal’in resmi adı
“Celal” de bu ikiliği anlatmıyor mu? Bir yandan “şiddetli”,
diğer yandan “büyük, ulu”. İyi ile kötü arasındaki mesafe
o kadar kısa mı? “Ateş Canına Yapışsın” kitabında
Azazil’in şeytana dönüşmesi hikayesi genel kabulleri,
önyargıları sorgulamamızı sağlayan bir metindi Bu
romandan sonra da Deccal’i başka bir gözle mi göreceğiz?
Deccal
her ne kadar Deccal olmayı kendi seçmeyen Celâl gibi görünse de,
bana sanki bin defa daha dünyaya gelse Deccal olmayı Celâl olmaya
yeğleyecek bir Celâl gibi görünüyor. Çekiciliği, amca zulmüne
çarpıldığı o zaman diliminde donup kalan çocukluğundan geliyor
ve bütün ölümcüllüğüne rağmen kolunun uzandığı her yere
fisebilullah serpip döküp saçtığı sevinçten... Ama bilemem
şimdiden. Belki bambaşka bir sebep daha vardır bu sebeplerin
altında. Ona o karar verecek.
Sertliği
ise, "Öz amcam bana bunu yaptıysa kim kime neler yapmaz?"
şüpheciliğinden geliyor gibi. Ve bir biçimde, her bir insanın
güç yetirdiği her bir diğer insanı fırsatını bulduğu anda
kendi emrine - zevkine - hizmetine - inanışına âmâde bir
yaratığa çevireceğini görme bilgeliğinden. Bu yüzden kendisi
olmakla yetinip ötekilerin hayatlarına bulaşmayanlarla başı hoş
Deccal'ın. Onlara gülümsüyor sağ gözüyle.
Enteresan
bir adam, evet. Ben de tam çözemedim henüz.
Ne
yaparsınız; bir Deccal kolay yetişmiyor.
Ben
bu kitabı büyük bir aşk romanı gibi okudum. Siz nasıl
görürsünüz? Ve nasıl aşk-lar? Yılgör abi romanın ana
karakterlerinden değil ama “Tutmak değil bırakmak zengin ederdi
insanı; biriktirmek değil paylaşmak, yığmak değil dağıtmak,
toplamak değil bölüşmek, sahiplenmek değil terk etmek, kısaca;
almak değil vermek. Sende ihtiyacından fazla bir şey varsa, bu ,
ona ihtiyacı olan birinin hakkını elinde tutuyorsun demektir”
diyor bir yerlerde. Ve hatta “Aslında vermek veya almak diye bir
şey yoktu hayatta. Her şey herkesindi , dünya kurulduğunda olduğu
gibi” diyorsunuz. Sevinç kuşlarının insanı uçurabilmesi için
hafiflemek, vermek...
'Aşk
romanı' yakıştırması büyük iltifat. Keşke olmuş olsa, bari
bir tanecik bir aşkın romanını yazabilmiş olsam, ama nerdee? Kim
yazabilmiş ki? Mevlânâ bile pes etmiş de,
"Aşkı
tefsir et desek, aciz beşer,
Aşkı
etse etse aşk tefsir eder."
demiş.
Muazzam
bir kişilik devrimi aşk. Kendinden çıkıp başkasında yaşama,
hürriyeti esarette bulma, belki de hiç açılmayacak bir kapının
eşiğinde çöküp yüz bin sene bekleme hâli. Bunu nasıl
anlatacaksın? Ne diyecek, nasıl tarif edeceksin?
Karakterleriniz
çoğu kez sıradan insanlar. Deccal ve Zila’nın ise ayrıcalıklı
fiziksel özellikleri var. Deccal’ın gözleri, çekiciliği,
Zila’nın herkesi büyüleyen cazibesi. Güzellik-çekicilik -ilk
bakışta/son bakışta- sevinç kuşlarını hemen
kanatlandırıveriyor mu?
Niye?
İrfan'ın ayrıcalıkları yok mu? Ayıp oluyor ama.
Her
neyse, geçelim bu bahsi.
Bir
insanı zamanla artıp eksilen nedenlerin çetelesine bakarak
sevemezsiniz. O iş, ortaklık kurmaya karar vermek gibi ticari bir
boyuta ışınlar sizi, oluş'a değil, iş'e ışınlar. "Şunun
şususunu busunu takdir ediyorum, öteki beriki huylarını
beğeniyorum, oralarına buralarına ilgi duyuyorum, o hâlde
sevebilirim." dediniz mi yandı bitti o ilişki, bırakınız
sevgiyi, beğeni mertebesine bile erişemedi. Sevmek ki, aşkın
ısınma koşusu bile değil, açma germe hareketleri belki.
Nitelemelerle sevme olamayacağına göre o sevme sandığınız
şeylerle aşkı nasıl bulacaksınız siz?
Nasıl
olduğunu bilmiyorum ama ne zaman olduğunu biliyorum; onu
söyleyebilirim: BİR ANDA.
İlk
bakış son bakıştır, ilk intibâ son intibâdır. Aşk böyle bir
şeydir.
"Bir
zamanlar delicesine âşıktım." diyenlere gülüp geçiniz.
Varsa bitmez, gelmişse gitmez o.
“Aşkım!
Kalbimin bayrağı! Dinimin direği!” Bu bayrakla, bu direk
biraraya gelir mi öyle kolayına?
Zor,
ama gelirse iyi olur; aşk olur.
Şöyle
bir açmaz var burada; aşk imkânsız kadar zor, ama aşkta imkânsız
yok. Yani, imkânsızlığın evrenine ulaşabilmek için önce
imkânsızlıkla imtihan edilirsiniz. Her şey biter, bütün
ağırlıklar gider, 'ben'in son kırıntıları da çöpe atılır,
aşk ancak o zaman başlar.
“Ben
olmam benim günahım mı? Mahşere bırak infazımı şimdi
cezalandırma, ne olur. Bir öleyim, sonsuza kadar kavurursun, az
bekle” diyor bir yerlerde Allah’a yalvaran aşık. Tabular cevaz
vermez herhalde böyle senli-benli bir muhabette. Ve fakat, bir
yandan da inanılmaz bir inanç samimiyeti, sıcaklığı, hatta
mizah var...
Tabu
mu? Veysel ve tabu ha? Hadi canım. Olsa olsa samimiyet olur
Veysel'de, ki o Veysel'in güzelliğidir. Samimiyete gelince... Ne
yapsın, baştan söylüyor "Ben olmam benim günahım mı?"
diye. Hem bin taklayla binbir pislik edip hem de o pislikleri yapıp
eden o değilmiş gibi saygılı bir mesafede sizli bizli namaza
duranı Veysel'e yeğ tutar mı Allah? Ki bu da Allah'ın
güzelliğidir.
İlk
kez bir romanınızda cinsellik bu kadar geniş yer tutuyor. “Aşkın
cinsiyeti olmaz” derken; heteroseksüeller, eşcinseller,
trans bireyler giriyor romanınıza. 21. yüzyılda hala kurallara,
yasaklara, geleneklere, dinlere, tabulara teslim olmadan "aşka"
itibar etmek neden bu kadar zor?
Herkesi
olduğu gibi yazdım ben; hiçbir şeylerine karışmadım, müdahale
etmedim. Aşksa aşk, cinsellikse cinsellik. Oldukları gibi
gelmişler, niye olduklarından farklılarmış gibi göstereyim?
Açsam
mı biraz?
Açayım
haydi.
Bir
kazada bir organınızı kaybederseniz vücudunuz ve ruhunuz bunu
kabul etmekte zorlanır. Araya araya kopuşun olduğu uca kadar gelir
sistem, o noktada ağlayıp alarm vermeye bir başlar, bir daha da
susmaz. Kopan parmağınız kaşınır meselâ, ampute edilmiş
ayağınıza kara sular iner. Zaman zaman da o olmayan organınız
felâket ağrır. Buna tıpta fantom ağrıları derler; hayalet ağrı
mânâsına. Olmayan organ ağrır mı derseniz, evet ağrır;
kendimden biliyorum. İstediği kadar gitsin, sizin parçanız olmaya
devam ediyor o giden.
Homoseksüellik
eskilerde saçmalık, sapkınlık gibi görülmüyordu; bu
paranoyalar sonradan, hegemonların toplum mühendisliği denen ruh
tecavüzleri yüzünden icat edildi. "Benim doğru dediğime sen
de doğru diyeceksin." dayatması ille de elde kılıçla
yapılmalıdır diye bir şey yok. Günah dersiniz, ayıp dersiniz,
yasak dersiniz, aynı şey. Çoğu zaman da kılıçtan bile etkili.
Tek yapacağınız, bireyi kendi farklılıklarından korkar hâle
getirecek bir kalabalık baskısı oluşturmak. Ama bu haksızlık.
Siz bu taraftakilerin arasında kaynayıp gittiğiniz, renklerinizden
vazgeçip solmaya razı olduğunuz, yok olduğunuz için adam
sanacaksınız kendinizi, kendi gibi olan, neyse o olarak yaşamak
isteyen homoseksüelin kendini ayıplamasını, yasaklamasını,
kendinden utanmasını ve 'gidip tedavi medavi olmasını'
bekleyeceksiniz.
Olmaz.
El,
kol nasıl vücudun organıysa cinsellik de ruhun organıdır.
Koparıp atarsanız hep ağrır.
En
ağır cinsel suçlar, en ağır cinsel baskıların yapıldığı
yerlerde işlenir.
Ama
daha önemli bir şey var.
Felsefe
yapalım biraz.
İnsan
denilen varlık, toplum denilen varlığın olmazsa olmaz bir organı.
Yok
şöyle - yok böyle - yok homoseksüalist - yok kızlı erkekli
diyerek sosyal bünyeden koparıp attığınız her can toplumunuzun
fantom ağrısıdır aslında. Var olduğu sürece günün büyük
bölümünde hissetmediğiniz saçlarınız dökülsün de kel olun,
günün her ânında onu hissetmeye başlarsınız.
Aklınız
hep onun orasında bunun burasındayken kalbiniz ıvır zıvırla
dolar, iyilik, esenlik, güzelliğe oturacak yer kalmaz. Sevmekte
bile zorlanırsınız ki aşk sizin ne haddinize.
Yapmayın.
Herkesi
olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur.
Epigraflarda daha
önceki kitaplarınızda olduğu gibi yine Mevlana var. Toplumuzda Mevlana ne ölçüde
gerçekten kavrandı, ne ölçüde, yarım yamalak alıntılarla
popülerleştirildi?
Hicrî
3. asırda İslâmın muazzez peygamberine atfedilen hadis sayısı
bir buçuk milyondan fazlaydı. Oysa zayıf, sahih, gayri sahih,
mütevatır, kudsi, kavi, mürsel, müsned vesaire, hepsini toplayıp
en ciddi kaynaklara onaylatın, hakikatte beş bin hadis ya var ya
yok.
Mevlânâ'nın
başına gelen de budur. Aferin almak, taraftar toplamak, hava atmak,
çok biliyormuş gibi görünmek, duygu insanı sınıfından
sayılmak mı istiyorsun, "Mevlânâ demiş kiiii..." diye
başla. İnanan çıkıyor.
Üzülerek
fakat emniyetle söyleyebilirim; Amerika'da Türkiye'de olduğundan
daha iyi bilinir bugün Mevlânâ. Daha doğru bilinir, çünkü
orada onu bilmenin tek başvuru kaynağı gene onun kitaplarıdır.
Mesnevi, Mektûbât, Fi-hi Mâfih, Divân-ı Kebir ve Mecâlis-i
Seb'a. Bir söz uydurmaya kalkamazsınız, çünkü hemen "Dur
bakayım, nerde yazıyormuş." derler.
Bizde
ise "O bir din âlimiydi." diyen softalar o tarafa, "Bizi
de görün!" diye yırtınanlar bu tarafa, edebiyatçılar şu
tarafa, popülaristler beriye çeker, sufizm düşmanları öteye
iteler dururlar Mevlânâ'yı; ona ait olan - olmayan milyonlarca
söz, gazel, şiir, hikâye, mesnevi, rubai söyleyip uydurarak. Kimi
zaman iyi niyetle - farkında olmadan başkalaştırır, kimi zaman
art niyetle ve bile isteye iftira, bühtan edip karalarlar.
Sekiz
yüz yıl önce 'olduğu gibi' kabul edilmiş bir adam, bugün ne
yazık, 'kabul edilmek istendiği gibi' oldurulmaya çalışılıyor.
Elif Şafak'ın 'Aşk' romanında olduğu gibi. Çok üzücü.
Bir
yerde doktor Veysel’den sözederken “Zaten de aklın dışında
bir herifti....veya üstünde” diyorsunuz. Sizin romanlarınız
gibi. “Kurgu” sözünden hazzetmiyorsunuz. “Fantastik
kurgu” sınıflandırmasını da pek sevmiyorsunuz biliyoruz.
Peki, biz ne diyelim bu romanlara? Hangi türe sıkıştıralım,
sığıştıralım, sıkıştıralım mı?
Bu
fikir Veysel'e ait. "... 'Akıl dışı' dediğiniz şey belki
sizin aklınızın erişemediği bir akıl üstü hâlidir."
diyor adamcağız. Ben naklediyorum; her kelimesine, her harfine ve
her kelime arası boşluğuna cân-ı gönülden katılarak.
Roman,
aklın ve ruhun sınırlarında gezer. Fantastik roman ise sınırların
ötesinde. Ne demeye her şeyi bize gösterilenden, öğretilenden,
kısaca hegemonların dayattığından ibaret sanalım? Şehriye
çorbası gibi terbiyelenmeye razı gelmek zorunda mıyız? Birileri
az yumurta, az un, az limon katıp hayatımızı kendi doktrinleriyle
çırpıştırdığı zaman kendimizi kâmil hissetmeyi reddetsek de
kendi harımızda pişip taşsak olmaz mı? Bal gibi olur. İşte o
zaman da hayat fantastik olur. Romanlarımı illâ ki kategorize
edeceksek, bence de fantastik edebiyat, evet, ama kurgu değil.
'Kurgu'
sözüne özel bir gıcığım yok. Kurgulayan kurgulayabildiği
kadar kurgulasın. O da onun hüneridir, aferin. Ben kendi adıma,
kurgulayarak yazabilen biri olmadığım için bu etiket bana
yapıştığında gıcık kapıyorum. Olmuyor çünkü, uymuyor.
Başını sonunu bildiğim bir şeyi niye yazayım değil mi? Zaten
biliyorum.
Romanlarınızda
bazen mistik, metafizik bir yerlere doğru yol aldığı hissine
kapılıyor okur. Sonra “pat” diye fena halde gerçek bir
dünyaya atılıveriyoruz. Mistik bir yazar olarak da sizi görmek
mümkün, toplumcu gerçekçi bir yazar olarak da. Siz, yazarlığınızı
nasıl bir yerde görüyorsunuz?
Öyle gerçekler vardır ki, yazdığınız
zaman mistik görünür. Benzer şekilde mistik görünen öyle
şeyler vardır ki, düpedüz gerçektir.
Dua ve beddua mistiktir. Görüp
bilmediğiniz, sadece inandığınız göksel bir varlığa
yalvarırsınız.
Bazı niyazlarınız gerçekleşir. Siz
dua ettiniz diye mi gerçekleşmiştir, yoksa gerçekleşeceği vardı
da ondan mı? Önemsemezsiniz. İnandığınız sürece en gerçek
gerçek budur.
Ümit de öyle... Birinin veya
birilerinin sizin ihtiyaç ve istekleriniz doğrultusunda bir şeyler
yapmasını beklersiniz.
Yaptıkları zaman, öyle umduğunuz
için yaptıklarına inanırsınız. Siz büyücü müsünüz?
Rüyalar mistiktir.
Kimileri çıkar; "Biliyordum."
dersiniz. Olacakları önceden görme yeteneğiniz mi var, yoksa
zamanda yolculuk mu yapıyorsunuz?
Belki hem o hem bu, belki de ne o ne
bu... Ama ben yazdığım zaman bana mistik, yazdıklarıma da
fantastik diyorlar. Katılırım; hayat fantastiktir, çünkü
fantazya hayatın ta kendisidir.
Ve senin hayatın, ancak kimseciklerin
dokunamadığı, sınırlayamadığı, müdahale edemediği,
bulandıramadığı bir şey olduğu zaman senin hayatındır; böyle
bir hayat ise bu ortamda fantastik. Bu yüzden ben istediğim kadar
hayatın ta kendisini yazayım, buna hep roman diyecekler.
Bu
roman nasıl yazıldı, diye sorsam, “olduruldu, yazdırıldı”
diyeceksiniz. Peki nasıl “olduruldu”? Göksel esinlerle
mi, dünyevi dertlerle mi, acıyla mı, aşkla mı, umutla mı,
öfkeyle mi? “Tanrı yazar” yerine kahramanlarının emri altına
girmiş, peşlerinde sürüklenen yazar olmaya talipsiniz. Bu kez
kahramanlar “kafalarına göre” nerelere savruldu, sizi nerelere
götürdü?
Ben
romanın nasıl doğduğuna ve nasıl büyüdüğüne karışmıyorum.
Kim ne isterse onu yapıyor, kim ne dilerse onu söylüyor;
aktarıyorum sadece. Aktarırken de şunu öğreniyorum kahraman
milletinden; dert, elem keder tanrı kemendidir; kulağından tutar
da ikbâl kapısına götürüp bırakır insanı. Hâl bu olunca
benim hiçbir dertlim normal aklın kabullendiği gibi eğilip
bükülmüyor dert karşısında, ezilip büzülmüyor, ağlaşıp
tepişmiyor. Okur buna 'dertlileri eninde sonunda güldürmek' diyor;
hâlbuki güldüren ben değilim, derdin kendisi. Derdi olmasa ondan
kurtulduğu zaman gülemeyecekti adam.
Aşk
da böyle hem, hem de apayrı bir irtifa. Görüp öğrenmeye
çalıştıkça kördüğüm oluyorum. Ama oradan da öğrenmişim
gibi görünen bir şey var; aşk akılla bir arada olmuyor, aklın
kabulleri hep bencil çünkü. Aşka ulaşmak için aklın
zırvalıklarından kurtulmak gerekiyor demek ki. Yani öğrenebilmiş
miyim? Hayır! Çünkü öğrenme de akılla oluyor. Üff.
Deccal'ın
Hatırı -diğer birçok kitabınız gibi- Ankara’da geçiyor.
Mekan nasıl “olduruluyor”, kahramanlar “Ankara’da
kahramanlık yapacağız” mı diyor?
Aynen.
Kızacaksınız
ama ona da karışmıyorum; istedikleri yerde oynuyorlar rollerini,
Ankara'ysa Ankara, Konya'ysa Konya. Hiç sağları solları belli
olmuyor. Bakarsınız yarın da kalkar, "Sen karışma. Bu sefer
İsveç Kraliyet Akademisinde oynayacağız. " diye tuttururlar.
Saygı göstermek lâzım.
Artık
hayatınızda antrenörlük sayfası kapandı. “Yazmanın bu kadar
hoşuma gideceğini bilseydim 31 sene top peşinde koşmazdım”
demişsiniz bir zamanlar. Aktif spor yaşamından kopuş,
yazarlık yaşamında da bol zamanlı yeni bir dönem mi?
Öyle
hissediyorum. Günün tamamını kaleme kâğıda teslim etmek harika
bir duygu. Çok iyi geliyor. Bu hava ilham ve de üretim sürecini
gazlıyor doğal olarak. Tutmayın beni.
------------------------------------------------------------------------
Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 27 Şubat 2014 tarihinde kısaltılarak yayımlandı.
Sezgin Kaymaz... Düşlerinden öpüyorum... bu milletin sana gerçekten ihtiyacı var...
YanıtlaSil