16 Haziran 2014 Pazartesi

Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü bu yıl Cevahir Bedel kazandı




Bağırmıyorum, usul usul söylüyorum itirazımı”
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu yıl Çayırı Sayıklamak adlı kitabıyla Cevahir Bedel kazandı. Cevahir Bedel'in Cevher Kapısı ve Gece Yanığı adlı iki şiir kitabı daha bulunuyor. Bedel ile ödülü ve şiiri üzerine sohbet ettik.
Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülü ne anlama geliyor sizin için? Ceyhan Atuf Kansu şiiriyle kendi şiiriniz arasında nasıl bir bağ kurarsınız? Kurar mısınız?
Ceyhun Atuf Kansu; çocuklara, doğaya inanan ve büyük bir sevgi besleyen bir şair. Halk türkülerinin ve ağıtlarının sesini şiirlerine taşıyan, dilde duruluktan, yalınlıktan hiç kopmayan bir şair. Bu yönleriyle kendime yakın buluyorum ve Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülünü almak benim için çok anlamlı.
Elbette günümüzde şiir estetiği ve anlayışına dair düşünceler farklılaşmış durumda. Edebiyat dünyası deyim yerindeyse daha gürültülü ve bu gürültü içinde hem doğru sesi bulmak hem de kendi sesini duyurmak daha güç. Ben şiirimi dünya şiir mirasının üzerine kurmaya çalışıyorum. Okuyorum, hepsinin sesini duymaya çabalıyorum. Ama halk deyimiyle söylersek ben kendi türkümü söylemek istiyorum.
Kitabın adı pastoral çağrışımlar yapıyor önce. Sonra ağıtlar dökülüyor. Pepuk kuşu da ağıtlar söyleyen şaire yaraşan güçlü bir metafor. Kuşatıldığımız dünya, gidenler, acılar ağıt mı getiriyor şairin dizelerine sık sık?
Çayırı Sayıklamak baştan sona bir ağıt aslında. Pepuk kuşu güçlü bir metafor, evet. Hikayeyi biliyorsunuz; istemeden kardeşinin ölümüne sebep olan bir çocuğun o suçlulukla kuş olmayı dilemesi ve kuşa dönüşerek bir ömür suçunu anlatması… Pepuk, suçluluğun ve itirafın adıdır. Hikayenin asıl repliği “kim öldürdü / ben öldürdüm / kim yıkadı / ben yıkadım / kim gömdü / ben gömdüm”dür. Ben bu halini de kullandım şiirimde ama bu dizeleri “kim öldüyse / ben öldüm / kim yıkandıysa / ben yıkandım / kim gömüldüyse / ben gömüldüm” şekline dönüştürerek de kullandım.
Çünkü dünya üstünde işlenen her suçtan kendim yapmışım gibi suçluluk ve utanç duyuyorum. Aynı şekilde her ölenle sanki ben de ölüyorum ve gömülüyorum. Bu utancı ve acıyı tüm benliğimde hissediyorum. Yaşanan savaşlarda, kıyımlarda payımız var çünkü. Çünkü kirlenen ve ölen “insanlık” aslında. Şiir bu yaşananlara karşı bir duruş ve bu duruşun dili istemesem de ağıt oluyor. Yiten her şeye herkes adına söylenen bir ağıt…
Doğaya ses veriyorsunuz. Halk edebiyatındaki “dedim/ dedi” tarzı bir söyleşiyle. Kavakla, karla, rüzgarla, ölmez çiçeğiyle, suyla, ateşle boşlukla, geçmişle söyleşiyorsunuz. Dizeler arası sohbet, dertleşme, atışma, yakınma, yankılanma, yakma, yakılma var...
Sözlü kültürün çok gelişkin olduğu bir kültürde yetiştim. Masallar, deyişler, şiirler, söylenceler… Tüm bunlar “söz” değil “ses”ti benim için. Zihnimin bir köşesinde var olan ve belki de hiç gitmeyecek sesler… Çok şey borçluyum o seslere çünkü her şeyin bir ritmi var duyarsanız eğer.
Ama Çayırı Sayıklamak’taki kavakla, rüzgarla yani doğayla söyleşmenin kökleri halk şiirinde değil yetiştiğim coğrafyanın kültür ve inanç ikliminde aranmalı. Suyu, ateşi, toprağı, ağacı kutsayan, güneşle, rüzgarla, ateşle, konuşan bir toplum. Hatta Tanrıyla konuşan, ona öfkelenen, kavga eden bir toplum.
Şiirde biçim konusu karışık bir konu. Ben biçimin, içeriğe göre gelip kendini dayattığına inanırım. Biçimin değil sesin ardından giderim daima. O ses bazen bir biçimi çağırır. Örneğin; Çayırı Sayıklamak’taki “Uçurum ile” şiirinde biçim öyledir. Bir uçurum başında yukarıdan aşağıya devam eden bir konuşmada iniş-çıkış duygusunu verebilmenin yolu olarak ortaya çıkan bir biçimdir söz konusu olan.
Esasında şiir büyülü bir birleşim; ses, sezgi, bilgi, estetik, duygu, akıl, tarih, biçim vs… Daha pek çok şey sayılabilir. Ama tüm bunlardan hangileri ve ne kadarı yer alırsa şiir olur, işte o bilinemez. Biçim şiirin bir parçası fakat ana faktörü değil bence. Yine de biçimde yeniliğe karşı değilim, şiiri gölgelemeden, söz ettiğim o özün dengesini bozmayacak yeni biçimler denenebilir, denenmelidir.
Gülten Akın, “Şairlere pek dokunulmuyor artık, şiir kimseye dokunmuyor ki. Şiirimiz de demokrasimiz gibi görüntüye, yüzeyselliğe boğuldu. Anlamla ilişkisi bulunmayan, hiç olmazsa anlama bir noktada değmeyen metaforlarla yazılıyor” diyor. Şiir sokaklardan, hayatlardan uzaklaştı mı?
Kısmen doğru buluyorum bu düşünceyi. Bir yandan kelime oyunlarına ve fonetik çağrışıma dayalı şiirler görünüyor. Dizelerin hatta kelimelerin öne çıktığı şiirler… Okuduğunuzda derdinin ne olduğunu anlamadığınız ama yer yer çarpıcı dizelerin yer aldığı şiirler. Öte yandan “derdi olan” şiirler hala yazılıyor ülkemizde. Hayata ve sokağa dokunan, hatta direkt sokaktan beslenen şairler var...
Kaldı ki edebiyat tarihine kalan tüm şiirlerde şu ortak noktayı görürüz; “insanlığın ortak aklı ve duygusu”na dokunan şiirlerdir bunlar. Yani derdi olan, siyasi ve sosyal yaşam içinde ortaya çıkan haksızlıklara karşı çıkan şiirler… Fakat bu konuda da biçimci olmamak gerekiyor. İtiraz her zaman yüksek sesle ve bilindik biçimde olmayabilir. Toplumcu gerçekçi kuşağın ardından gelen ve neredeyse apolitik olmakla suçlanan ikinci yeni şiiri içinde kabul edilen Turgut Uyar’da ben muhteşem bir itiraz görürüm mesela.
Şair çağının tanığı olmak zorunda. Ülkesinde ve dünyada olup bitenlere gözlerini kapatmış bir şair sahici şiirler yazamaz. Örneğin, Sivas 93’e tanık olmuş bir şairin dizelerine bu yangın sızmıyorsa, yansımıyorsa nasıl “sahicilikten” söz edeceğiz? Nasıl dokunacak dizeler bize? Ben kendi şiirimde bağırmayı tercih etmiyorum. İtirazımı sezdirmeyi, usul usul söylemeyi tercih ediyorum.
Söz de kirlidir/ kötü odalarda giyinir” dizeniz bir başka dizeye götürdü beni. Özdemir Asaf'ın “Bütün renkler hızla kirleniyordu/ birinciliği beyaza verdiler” dizesine. Sözler kirleniyor, renkler kirleniyor. Şiirin elinden/dizesinden ne gelir böyle bir dünyada?
Şiirin elinden hiçbir şey gelmez; tek başına savaşları durduramaz, iyiliği sağlayamaz, dünyayı güzelleştiremez, insanın içindeki kötülüğü tümüyle söküp atamaz… Ama aynı zamanda çok şey gelir elinden… Dünyaya ve kendimize katlanmaya yarar. Acılarımızı sağaltmaya yarar. İnsanlara ve gelecek güzel günlere inanmaya yarar. Şiir insan olmanın en “öz” halidir. İnsan olmayı çok içerden duymanın, kendini tüm dünyanın parçası olarak duyumsamanın yalın halidir.
o kadar yoksul ki kelimelerim giydirip gönderirim/ urbalarını çıkarmadan alırsınız içeri, öyle değil mi?” Şaire, şiirini sormak abes. Yine de soralım, kelimelerin yoksulluk ve zenginlik hallerini...  
İnsan kendi şiiri üzerine konuşamaz ancak şiir serüveni üzerine bir şeyler söyleyebilir. Kelimelere gelince… Kelimelerin ayrı ve tuhaf bir dünyaları var. Onların sesleri, kokuları var hatta kiminin yüzü bile var. Bazı sözcükleri hiç kullanmam mesela. Bazen bir sözcüğe takılır günlerce tekrarlar dururum. Büyüsü var sözcüklerin. Görmediğim bir dünyayı var edebilirler, bir araya geldiklerinde su sesi duyabilirim. Tersi de mümkün elbette. Soğuk bulduğum, kullanmaktan hoşlanmadığım sözcükler var. İnanmadığım sözcükler de var… Kelimeler her zaman söyledikleri şeyi karşılamazlar. Kelimeler yalan söyler! Sevmeden “seviyorum” diyebilirler, görmeden “görüyorum” diyebilirler. Esvapları vardır onların. Ne söylediklerini duymak için giysilerini çıkarmak gerekir.

---------------
Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 12 Haziran 2014 tarihinde yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder