Ceyhun
Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu yıl Çayırı
Sayıklamak adlı
kitabıyla Cevahir
Bedel kazandı. Cevahir Bedel'in Cevher
Kapısı
ve Gece
Yanığı adlı
iki şiir kitabı daha bulunuyor. Bedel ile ödülü ve şiiri
üzerine sohbet ettik.
Ceyhun
Atuf Kansu şiir ödülü ne anlama geliyor sizin için? Ceyhan Atuf
Kansu şiiriyle kendi şiiriniz arasında nasıl bir bağ kurarsınız?
Kurar mısınız?
Ceyhun
Atuf Kansu; çocuklara, doğaya inanan ve büyük bir sevgi besleyen
bir şair. Halk türkülerinin ve ağıtlarının sesini şiirlerine
taşıyan, dilde duruluktan, yalınlıktan hiç kopmayan bir şair.
Bu yönleriyle kendime yakın buluyorum ve Ceyhun Atuf Kansu şiir
ödülünü almak benim için çok anlamlı.
Elbette
günümüzde şiir estetiği ve anlayışına dair düşünceler
farklılaşmış durumda. Edebiyat dünyası deyim yerindeyse daha
gürültülü ve bu gürültü içinde hem doğru sesi bulmak hem de
kendi sesini duyurmak daha güç. Ben şiirimi dünya şiir mirasının
üzerine kurmaya çalışıyorum. Okuyorum, hepsinin sesini duymaya
çabalıyorum. Ama halk deyimiyle söylersek ben kendi türkümü
söylemek istiyorum.
Kitabın
adı pastoral çağrışımlar yapıyor önce. Sonra ağıtlar
dökülüyor. Pepuk kuşu da ağıtlar söyleyen şaire yaraşan
güçlü bir metafor. Kuşatıldığımız dünya, gidenler, acılar
ağıt mı getiriyor şairin dizelerine sık sık?
Çayırı
Sayıklamak
baştan sona bir ağıt aslında. Pepuk kuşu güçlü bir metafor,
evet. Hikayeyi biliyorsunuz; istemeden kardeşinin ölümüne sebep
olan bir çocuğun o suçlulukla kuş olmayı dilemesi ve kuşa
dönüşerek bir ömür suçunu anlatması… Pepuk, suçluluğun ve
itirafın adıdır. Hikayenin asıl repliği “kim öldürdü / ben
öldürdüm / kim yıkadı / ben yıkadım / kim gömdü / ben
gömdüm”dür. Ben bu halini de kullandım şiirimde ama bu
dizeleri “kim öldüyse / ben öldüm / kim yıkandıysa / ben
yıkandım / kim gömüldüyse / ben gömüldüm” şekline
dönüştürerek de kullandım.
Çünkü
dünya üstünde işlenen her suçtan kendim yapmışım gibi
suçluluk ve utanç duyuyorum. Aynı şekilde her ölenle sanki ben
de ölüyorum ve gömülüyorum. Bu utancı ve acıyı tüm
benliğimde hissediyorum. Yaşanan savaşlarda, kıyımlarda payımız
var çünkü. Çünkü kirlenen ve ölen “insanlık” aslında.
Şiir bu yaşananlara karşı bir duruş ve bu duruşun dili
istemesem de ağıt oluyor. Yiten her şeye herkes adına söylenen
bir ağıt…
Doğaya
ses veriyorsunuz. Halk edebiyatındaki “dedim/ dedi” tarzı bir
söyleşiyle. Kavakla, karla, rüzgarla, ölmez çiçeğiyle, suyla,
ateşle boşlukla, geçmişle söyleşiyorsunuz. Dizeler arası
sohbet, dertleşme, atışma, yakınma, yankılanma, yakma, yakılma
var...
Sözlü kültürün
çok gelişkin olduğu bir kültürde yetiştim. Masallar, deyişler,
şiirler, söylenceler… Tüm bunlar “söz” değil “ses”ti
benim için. Zihnimin bir köşesinde var olan ve belki de hiç
gitmeyecek sesler… Çok şey borçluyum o seslere çünkü her
şeyin bir ritmi var duyarsanız eğer.
Ama
Çayırı
Sayıklamak’taki
kavakla, rüzgarla yani doğayla söyleşmenin kökleri halk şiirinde
değil yetiştiğim coğrafyanın kültür ve inanç ikliminde
aranmalı. Suyu, ateşi, toprağı, ağacı kutsayan, güneşle,
rüzgarla, ateşle, konuşan bir toplum. Hatta Tanrıyla konuşan,
ona öfkelenen, kavga eden bir toplum.
Şiirde
biçim konusu karışık bir konu. Ben biçimin, içeriğe göre
gelip kendini dayattığına inanırım. Biçimin değil sesin
ardından giderim daima. O ses bazen bir biçimi çağırır.
Örneğin; Çayırı
Sayıklamak’taki
“Uçurum
ile”
şiirinde biçim öyledir. Bir uçurum başında yukarıdan aşağıya
devam eden bir konuşmada iniş-çıkış duygusunu verebilmenin yolu
olarak ortaya çıkan bir biçimdir söz konusu olan.
Esasında
şiir büyülü bir birleşim; ses, sezgi, bilgi, estetik, duygu,
akıl, tarih, biçim vs… Daha pek çok şey sayılabilir. Ama tüm
bunlardan hangileri ve ne kadarı yer alırsa şiir olur, işte o
bilinemez. Biçim şiirin bir parçası fakat ana faktörü değil
bence. Yine de biçimde yeniliğe karşı değilim, şiiri
gölgelemeden, söz ettiğim o özün dengesini bozmayacak yeni
biçimler denenebilir, denenmelidir.
Gülten
Akın, “Şairlere
pek dokunulmuyor artık, şiir kimseye dokunmuyor ki. Şiirimiz de
demokrasimiz gibi görüntüye, yüzeyselliğe boğuldu. Anlamla
ilişkisi bulunmayan, hiç olmazsa anlama bir noktada değmeyen
metaforlarla yazılıyor” diyor.
Şiir sokaklardan, hayatlardan uzaklaştı mı?
Kısmen doğru
buluyorum bu düşünceyi. Bir yandan kelime oyunlarına ve fonetik
çağrışıma dayalı şiirler görünüyor. Dizelerin hatta
kelimelerin öne çıktığı şiirler… Okuduğunuzda derdinin ne
olduğunu anlamadığınız ama yer yer çarpıcı dizelerin yer
aldığı şiirler. Öte yandan “derdi olan” şiirler hala
yazılıyor ülkemizde. Hayata ve sokağa dokunan, hatta direkt
sokaktan beslenen şairler var...
Kaldı ki edebiyat
tarihine kalan tüm şiirlerde şu ortak noktayı görürüz;
“insanlığın ortak aklı ve duygusu”na dokunan şiirlerdir
bunlar. Yani derdi olan, siyasi ve sosyal yaşam içinde ortaya çıkan
haksızlıklara karşı çıkan şiirler… Fakat bu konuda da
biçimci olmamak gerekiyor. İtiraz her zaman yüksek sesle ve
bilindik biçimde olmayabilir. Toplumcu gerçekçi kuşağın
ardından gelen ve neredeyse apolitik olmakla suçlanan ikinci yeni
şiiri içinde kabul edilen Turgut Uyar’da ben muhteşem bir itiraz
görürüm mesela.
Şair çağının
tanığı olmak zorunda. Ülkesinde ve dünyada olup bitenlere
gözlerini kapatmış bir şair sahici şiirler yazamaz. Örneğin,
Sivas 93’e tanık olmuş bir şairin dizelerine bu yangın
sızmıyorsa, yansımıyorsa nasıl “sahicilikten” söz edeceğiz?
Nasıl dokunacak dizeler bize? Ben kendi şiirimde bağırmayı
tercih etmiyorum. İtirazımı sezdirmeyi, usul usul söylemeyi
tercih ediyorum.
“Söz
de kirlidir/ kötü odalarda giyinir” dizeniz bir başka dizeye
götürdü beni. Özdemir Asaf'ın “Bütün renkler hızla
kirleniyordu/ birinciliği beyaza verdiler” dizesine. Sözler
kirleniyor, renkler kirleniyor. Şiirin elinden/dizesinden ne gelir
böyle bir dünyada?
Şiirin elinden
hiçbir şey gelmez; tek başına savaşları durduramaz, iyiliği
sağlayamaz, dünyayı güzelleştiremez, insanın içindeki kötülüğü
tümüyle söküp atamaz… Ama aynı zamanda çok şey gelir
elinden… Dünyaya ve kendimize katlanmaya yarar. Acılarımızı
sağaltmaya yarar. İnsanlara ve gelecek güzel günlere inanmaya
yarar. Şiir insan olmanın en “öz” halidir. İnsan olmayı çok
içerden duymanın, kendini tüm dünyanın parçası olarak
duyumsamanın yalın halidir.
“o
kadar yoksul ki kelimelerim giydirip gönderirim/ urbalarını
çıkarmadan alırsınız içeri, öyle değil mi?” Şaire, şiirini
sormak abes. Yine de soralım, kelimelerin yoksulluk ve zenginlik
hallerini...
İnsan kendi şiiri
üzerine konuşamaz ancak şiir serüveni üzerine bir şeyler
söyleyebilir. Kelimelere gelince… Kelimelerin ayrı ve tuhaf bir
dünyaları var. Onların sesleri, kokuları var hatta kiminin yüzü
bile var. Bazı sözcükleri hiç kullanmam mesela. Bazen bir sözcüğe
takılır günlerce tekrarlar dururum. Büyüsü var sözcüklerin.
Görmediğim bir dünyayı var edebilirler, bir araya geldiklerinde
su sesi duyabilirim. Tersi de mümkün elbette. Soğuk bulduğum,
kullanmaktan hoşlanmadığım sözcükler var. İnanmadığım
sözcükler de var… Kelimeler her zaman söyledikleri şeyi
karşılamazlar. Kelimeler yalan söyler! Sevmeden “seviyorum”
diyebilirler, görmeden “görüyorum” diyebilirler. Esvapları
vardır onların. Ne söylediklerini duymak için giysilerini
çıkarmak gerekir.
---------------
Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde 12 Haziran 2014 tarihinde yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder