6 Kasım 2013 Çarşamba

Ahmet Abakay'dan Hoşana'nın Son Sözü

“Ehmet, bilirmisen anamın babası Ermeniydi...”

Hoşana Ana’nın 82 yıl sakladığı sır

Bir kadın, bir köy 82 yıl susar mı?


Gazeteci-yazar Ahmet Abakay,  Hoşana’nın Son Sözü’nde, 82 yıl saklanan bir aile sırrından yola çıkıyor. Annesi Hoşana ölümünden bir gün önce  “Ehmet, bilirmisen, benim anamın babası Ermeniydi” deyivermiş. Hoşana Ana, kimliğinin, kökeninin sırrını 82 yıl boyunca saklamış. Suskunluğu, mağduriyeti tam bir “ömür” sürmüş. Ahmet Abakay da TİP’li, 68’li bir muhalif olarak “politik kimliği”nin mücadelesini yürütürken acılar, mağduriyetler yaşamış. Anne oğulun hikayeleri bu kitapta buluşmuş.

Bu topraklarda bazı kimlik ve aidiyetler yıllar boyunca “trajedi” anlamına gelmiş. Acı, hakaret, dışlanma, işkence ve ölümle biten  trajediler yaşanmış. Bu nedenle bir ömür boyu saklanan kimlik, köken sırları var insanların. Ahmet Abakay, giriş yazısında kitabının başlangıç noktasını şöyle anlatıyor:

“Bu kitap, Annem Hoşana’nın 82 yıl boyunca içinde sakladığı sırrı ile ilgili. Bebekliğinden beri Alevi kültürü ile yetişmiş bir insan, bir kadın, Ermeni kökenli olduğunu, 82 yıl boyunca ailesinden, çocuklarından, torunlarından, yaşadığı çevreden saklayabilir mi? Bir köy, 82 yıl ve devamında bugün, susar mı? Hoşana bu sırrı 82 yıl içinde sakladı. Nasıl olduysa o gün en küçük oğluna, bana, bu gerçeği geniş şekilde anlattı. Ertesi gün bir kaza sonucu bilincini kaybetti ve ardından öldü.”

7 Ekim 2013 Pazartesi

Filinta Önal, Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e aşk mektuplarını değerlendirdi

Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal



Aşk soylu bir duygu, hakikat; niye rahatsız olalım?


Ahmed Arif tek şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim’le adını edebiyat tarihine yazdırmış; kaç kuşağın kavgalarına, sevdalarına tercüman olmuş bir büyük şair. Leylâ Erbil, ilk öykü kitaplarından son romanları Kalan ve Tuhaf Bir Erkek’e uzanan serüveninde büyüklüğünü kanıtlamış bir yazar. Ahmed Arif’in 1954-1959 yılları arasında Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplar ve 1977’de yazdığı “son bir mektup” “Leylim Leylim” adıyla yayımlandı. Leylâ Erbil “ben öldükten sonra...” yayımlansın düşüncesindeymiş, ancak sonra fikrini değiştirmiş bu mektupları yayımlamaya karar vermiş. Ne yazık ki bu kitabı görmeye ömrü yetmedi.

Şairin aşkı da, şiiri gibi. Ahmed Arif imkânsız aşkını bazen “Üzerime Toroslar yıkılmış sanki” diye ifade ediyor. Bazen “matematiğin değil şiirin diliyle sonsuz” güven ve sevgisini dile getiriyor. Leylâ Erbil’in kendisini “Tanrılaştırdığı” eleştirisine de bir felsefeci yanıtı veriyor: “Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum.”... Bazen de “Benim soyumdan insanların yaşadığı müddetçe, Kenya’dan Kamçatka’ya sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim” diye not düşüyor edebiyat ve âşıklar tarihine...

Ahmed Arif, 1977 yılında yazdığı son mektupta “Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk” diyor. İşte o Filinta Önal, artık 40 yaşını geçmiş bir heykeltıraş. Kendisiyle OSTİM’deki atölyesinde sohbet ettik. Eşi Natalie de bize katıldı. Kedileri Havuç ile Karma da yanımızdan pek ayrılmadı. Önce bilmeyenler için bir soyadı açıklaması yapalım. Ahmed Arif’in soyadı “Önal”, ancak “mahlas” olarak dedesinin adı olan “Arif”i kullanmış.


26 Ağustos 2013 Pazartesi

Alis, Harikalar Diyarı’ndan Tüymüş Bulunuyor


“AHA DA KADINLAR BURADA!”

İtiraf etmeliyim ki, çok uzun zamandır öykü kitabı okumuyordum. Çok sevgili bir arkadaşımın önerisine uyup, Alis Harikalar Diyarı’ndan Tüymüş Bulunuyor kitabını okuduğumda öykü türüne haksızlık ettiğimi gördüm. 14 kadın yazarın öykülerinden oluşan kitap, “Kadınlardan Gülümseyen Öyküler” alt başlığını taşıyor. Kitabı bitirdiğinizde “Alis bir tavşan deliğinden geçip girdiği o fantastik dünyadan iyi ki çıkmış” diyorsunuz. Kadınların hayatı o diyardan çok daha fantastik,  neşeli,  heyecanlı, ilham verici, harika...

23 Ağustos 2013 Cuma

Sezgin Kaymaz'dan Kün/ Bir Konya-Angara romanı


#mezarlıktalanınadiren'en “ölüler”!



Bazı yazarların tiryakileri vardır. Okurları bekler, bir kitabı çıkınca kitapçıya koşar, bir solukta okur, sonra yeni kitabını beklemeye başlarlar. Sezgin Kaymaz, işte böyle tiryakilik yaratan yazarlardan. Hentbolcu, teknik direktör ve yazar. “Yazarlığı”nın hikayesi de kitaplara yakışır gibi. İlk kitabı Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir’i müstear adla yazmış, bir arkadaşı ondan habersiz İletişim Yayınları'na göndermiş, sonra da İstanbul’a taşınmış. İletişim Yayınevi yazarı bulamamış, hatta gazeteye ilan vermişler kendisine ulaşabilmek için. Sezgin Kaymaz sonunda “bulunmuş” ve yazar “ol”muş...Son romanının adı da Kün. “Kün”, “ol” demek...


Sezgin Kaymaz kelimeleriyle bambaşka bir dünya “olduruyor”. Benzersiz bir dünya, yepyeni bir dil yaratıyor. Yazarlıkla ilgili iri laflar etmiyor, eski kuşak yazarlar gibi konuşuyor, “ilham” geliyor, yazıyormuş. Yazdıkları “fantastik kurgu” diye adlandırınca - her ne kadar “kurgu” sözünden pek hazzetmese de- kabullenmiş. Gerçek “üstü”, gerçekle sınırlanamayan bir dünyanın yazarı. “Gerçek” dar gelince “üstüne” çıkıyor, kelimeleri pencereden sokağa uçuruveriyor. Kelimeleri yazım kurallarına uymuyor, ama fena halde hayata uyuyor. Kahramanlarının konuştuğu gibi yazıyor. “Hallideriz. Canını sıktığın şiye bak” gibi. O nedenle de her kitabını okurken, “çevrilemez yazarlardan” diye düşündürüyor. “Yurdum insanı”nın yazarı. Taşranın sesini, ruhunu duyan, duyuran yerli bir yazar.


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mehmet Eroğlu'nun Emine romanı ve kahramanlarından İhsan Eliaçık

Ve roman kahramanı Gezi'ye iner



Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’nin 2. kitabı Emine’de sosyalistlerle antikapitalist Müslümanları vicdanda buluşturuyordu. Romandaki kahramanlardan Hasan Hoca’nın esin kaynağı da İhsan Eliaçık’tı. Hasan Hoca, İhsan Eliaçık’tan alıntılanan “abdestli kapitalizm” ve “İslamcılar lüks içinde yaşayamazlar” benzeri cümlelerle konuşuyordu. Ve, Gezi eylemlerinde Mehmet Eroğlu’nun roman kahramanı hayata karıştı. Hayat, edebiyatı doğruladı, onayladı.
Mehmet Eroğlu ve İhsan Eliaçık ile roman kahramanının hayata karışması, edebi öngörülerin hayatla doğrulanması konularında sohbet ettik. Mehmet Eroğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ahmet Erhan “imzalı” sürpriz


Ah
Bazı şairler hayatınızın içinden geçer... Bazı şiirler hayatınızın kavşaklarından ses verir... Bazı dizeler “gençliğiniz” demektir... Ahmet Erhan gibi... “Alacakaranlıktaki Ülke” gibi... “Paltomun bir cebine ölümü, bir cebine hayatı koydum”, “Bugün de ölmedim anne” gibi...

Ahmet Erhan gençliğimizin karanlık günlerinin şairi. Dünyayı değiştirmeye kalkıştığımız ve yenildiğimiz günlerin. 12 Eylül darbesinin, faşizminin hayatımıza vurduğu kapkara damganın günlerinin şairi. Evlerde termosifonlarda kitaplar yakılırken, “Yakılan kitapların dumanları tüterdi bacalardan/ Ben yanan her sözcüğe tek tek gözyaşı döktüm” diye yakılan kelimeler için yas tutan şair. Sonra “Tabutunun başında bir arkadaşın” ağıtlar söyleyen ve “Bugün de ölmedim anne” diye şükreden. Acılı kuşağının şiirini mezarlıklardan, uçurumların kıyısından, karanlıkların içinden kefenlerin, tabutların, mezar taşlarının üzerine yazan şair. Karanlığı anlatan, ama yine de en azından yalnız olmadığımızı, bir yerlerde acı kardeşlerimiz, hayal akrabalarımız olduğunu duyuran ve miniminnacık bir umudu yeşerten...

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir “kadın hastalığı” olarak hayatı sevmek!



Sibel K. Türkerin Hayatı Sevme Hastalığı romanı, bu yıl iki önemli edebiyat ödülünü kazandı. 2013 Yunus Nadi roman ödülü ve Doğan Kitap’ın Duygu Asena’nın anısına saygı duruşu olarak düzenlediği Kadının Halâ Adı Yok” Roman Ödülü’ne layık görüldü. Roman bu ödüllerden önce eleştirmen Irmak Zilelinin “Havada asılı kalma hali” başlık yazısı ve yazarın buna verdiği yanıtla edebiyat çevrelerinde tartışma yaratmıştı.

Sibel K. Türker’in eleştiriye yanıt verdiği yazıdaki Ben 12 Eylülde ne yapıyordum? İsim yapmış bir aileye mensup değilim, siyasetten çekenler oldu bu ailede ama onların maceralarını yazma heveslisi de değilim. Ben ne yapıyordum o tarihlerde? Annemle hayatta kalma savaşı veriyordum” ifadelerinin dozu çok sertti. Evet, Irmak Zileli’nin 2012 yılı Yunus Nadi roman ödülünü kazanan Eşik romanının otobiyografik bir yanı vardı. Babası, annesi, dayısı Aydınlık hareketinin liderleri olan Irmak Zileli’nin hayatı roman” gibiydi, ancak kolaya kaçıp basit bir aktarıcılıkla yetinmemiş, bu hayatı sağlam bir kurgu ve özenli bir dille romana çevirmeyi başarmıştı. İki yazar tartışmaların ardından ödüldaş” olurken; keşke Sibel K.Türker o yanıtı yazmasaydı, romanla okur arasına girmeseydi diye düşünenler arasında olduğumu eklemeliyim.

Sibel K. Türker’in romanının konusu kadınlar ve hayatı sevme” hastalıkları. Hayata umutla, umutsuzlukla, acıyla, öfkeyle, korkuyla, aşkla, nefretle tutunma, yapışma halleri. Roman İnsan annesini kaybedince ölümlü olduğunu anlıyor. Bir de aşkın bitme noktasında” diye başlıyor. Türker’in kahramanı olan kadınlardan Ayda, sevgilisi tarafından terkedilince aşk acısından enkaza dönüyor. Çünkü “Yetimhanede büyüyen kızlar bir erkeği çok fazla sever”. Ayda’nın açlığa, yoksulluğa meydan okuyup hayatta kalmaya direnen annesi Şükran ve “bir nesne olarak paradan hoşlanmayan, ama onun gittiği yönü, cesaret ya da korkaklığını, hamlelelerini, ya da çekingenliğini izlemeyi seven” bankacı Neşe de romanın diğer kadın kahramanları.

Kadınların hayat imtihanı iki cephede verilir, ekmek parası ve aşk. Yazar, kadınların bu iki alandaki zorlu mücadelesini ayakları yere sağlam basan kadın karakterler ve birbirinin yaralarını sağaltan kadın kahramanlarının dayanışmasını öne çıkararak anlatıyor. Kadınlar aşk hikâyelerinin hem mağduru, hem de mağruru bir anlamda. Izdıraplarından, acılarından bazen arabesk iççekişler, bazen de yazarlara ilham vereceğini umdukları soylu hüzünler çıkarırlar. Ayda gibi bazen Bir yazarın gözüne girmek için ne yapmam gerekiyor? Daha fazla ne kadar dramatik olabilirim? Delirerek mi, uçurumdan atlayarak mı, depremde enkaz altında kalarak mı” gibi cümleler geçer içlerinden. Ayda, Geniş Geniş Bir Denizde yazılmak isterdim” diyor. Jean Rhysın -Charlotte Brontenin Jane Eyre romanındaki- çatıdaki deli kadın”ın gözünden, bakış açısından yeniden yazdığı müthiş bir romandır bu. Neşe ise Mardin Eden” olmak istiyor, ne de olsa o intihara eğilimli bir karakter. Hayatı Sevme Hastalığının kahramanları Sibel K.Türker tarafından yazılmak” isterdi. Sibel K. Türker de yazmış. Kadınların içinden, sesinden, dilinden, yanından...

——————————
Hayatı Sevme Hastalığı, Sibel K.Türker, Can Yayınları, 236 sayfa.

Sinemayla engelleri sorgulamak


Fransız yönetmen Jacques Audiardın Pas ve Kemik filmini DVD’den izledim. Jacques Audiard, melodrama çok müsait bir konuyu, melodrama yaslanmadan çekmiş. Klişelere yüz vermeyen, gözyaşı döktüren değil, duygudaşlık yaratan, acıklı cümlelerle seyirci avlayan değil, daha derin sorgulamalara götüren bir film.

Ali, küçük oğluyla parasız, aç bilaç yollardadır. Kızkardeşinin evine sığınır. Heybetli, güçlü kuvvetli Ali, bir kulüpte koruma görevlisi olarak çalışmaya başlar. Barda çıkan bir kavgayı ayırırken Stephanieile tanışır. Stephanie genç, güzel, seksi, seyredilmek ve arzulanmaktan tad alan bir kadındır, Ali’ye yüz vermez. Sonrası ise Stephanie için bir dram. Çalıştığı su parkında katil balinaları eğitmektedir, bir gösteri sırasında iki bacağını yitirir. Ali ile yolları yeniden kesişir. Stephanie’nin bedeni ne kadar yaralıysa, eksikse; Ali’ninki de o kadar tam, güçlü, arzu doludur. Ali, hayatı sorumluklar, büyük anlamlar yüklenerek, yükleyerek yaşamaz. Çocuğu başına derttir, ama onu sever de; kadınlarla sadece seks ilişkisi kurar. Çoğu kez, -üstelik argo bir ifadeyle- Sevişmek ister misin” diye sorar, sevişir ve gider. Aynı soruyu bir gün Cinsel organım çalışıyor mu bilmiyorum” diyen Stephanie’ye de sorar. 

Filmin sonunda Ali de büyük bir trajedinin eşiğinden dönüyor ve o güçlü beden, kemikler örseleniyor, kırılıyor. Stephanie’nin protez bacağı ve Ali’nin ellerinin kırılan kemikleri. Güzellik ve güç geçicidir. Film, bunlardan geriye kalanlar üzerinde düşündürüyor izleyiciyi. Duygudaşlık, dayanışma, dostluk, sevgi, yoldaşlık gibi.

Ali’yi Matthias Schoenaerts, Stephani’yi ise Marion Cotillard oynuyor. İkisi de müthiş, abartısız, yalın bir oyunculuk sergiliyor. Pas ve Kemik filmi bana engellilerin cinsel haklarıyla ilgili iki filmi anımsattı. Hasta La Vista/ Hoşçakal ve The Sessions/Aşk Seansları. Hasta La Vista’da üçü de fiziksel engelli 20’li yaşlardaki üç arkadaşın Belçika’dan İspanya’ya yaklaşık 1500 kilometrelik bakirlikten kurtulma turu anlatılır. Gözleri görmeyen, felçi, tekerlekli sandalyeye mahkûm kahramanların birbirlerinin engellerini ortadan kaldırdığı bu yolculuğun öyküsü hem hüzünlü, hem dokunaklı, hatta zaman zaman da eğlenceli. 1980’lerde Berkeley’de yaşayan, yapay solunum cihazlarıyla günlerini geçirmek zorunda olan felçli gazeteci ve şair Mark O’Brien’ın gerçek hayat hikâyesini anlatan Aşk Seansları filminde de, bir seks asistanı ile felçli gazetecinin hikâyesi konu alınıyordu. Başrollerini John Hawkes ve Helen Hunt paylaşıyordu.

Geçtiğimiz yıllarda Stockholm’e gitmiştik. Sokaklarda çok sayıda engelli gördüğümde şaşırdım. Yanımdaki arkadaşım Çünkü onlar engellileri bizim gibi eve kapatmıyorlar” dedi. Engellilerin kahramanı olduğu filmler; engellilerin yaşamı, hakları -elbette cinsellik dahil- ve engelsizlerin kafalarındaki engeller üzerinde düşündürüyor...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Ece Temelkuran'dan Düğümlere Üfleyen Kadınlar

Ece Temelkuran’dan kadınların üstüne peri tozu


Ece Temelkuran, Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanıyla kadınları can evlerinden yakalıyor, gururlandırıyor, onurlandırıyor, kutsuyor...Kelimeleriyle kucaklıyor, yaralarına merhem sürüyor, saçlarına yaseminler-erguvanlar takıyor, “biz kazandığımızda masal kazanacak” diye yüreklendiriyor...Onlara cesaret büyüsü yapıyor, üstlerine peri tozu serpiyor...

Roman, “Dans edebilecekleri bir devrim” ve “kadınları seven bir tanrı” isteyen kadınların yollarda geçen hikayesi. Bu yol ve yoldaşlık hikayesinde tüm kahramanlar kadın; erkekler “figüran”. Üstelik, bu kadınlar aşk hikayelerinde “kurbanlıkları” üzerinden kahramanlaştırılan kadın karakterlere de hiç benzemiyor. Bildiğiniz “kahraman” kadınlar; önce kendi hayatlarının “kahramanı”, sonra da ülkelerinin...Hem geleneklere, toplumsal kurallara meydan okuyorlar, hem de ülkelerinin kaderine el koymaya kalkışıyorlar...

2 Mayıs 2013 Perşembe

Adil Okay'dan "Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi"

Babamın “evi”, annemin “işyeri”: Hapishane

Sizin hiç babanız-anneniz hapse girdi mi? Anneler-babalar günlerinde gözleriniz buğulandı mı? Okulda “veli” toplantılarına hiç “velisi” gel-e-meyen çocuklardan oldunuz mu? Babasıyla dışarıda gökyüzü altında çekilmiş bir tek fotoğrafı olmayan çocuklardan mısınız? Ya da bir parkta annesiyle hiç elele yürüyememiş? Okumayı öğrendiğinizde hapishaneye mektuplar yazıp, “görülmüştür” damgalı mektuplar aldınız mı? Görüş günlerinde mi büyüdünüz? Yoksa, bizzat hapishanede büyüyeyen çocuklardan mısınız? Ekin Şinar gibi. Ekin’in annesi de, babası da hapiste. Hapishanede 3. yılına giriyor. Annesi Gazal Dülek, anlatıyor:

“İlk tutuklandığımda kızım Ekin Şinar, henüz 10 aylıktı. (...) Ekin Şinar 1 yaşına geldiğinde (o sırada babası henüz tutuklanmamıştı) dışarıda zaman geçirsin ve babasına alışsın diye onu ara sıra dışarıya yollamaya başladım. İlk gittiğinde bir hafta dışarıda kaldı. Dönüşünde sütümü bir daha emmedi. (...) Şimdi ise 37 ayını dolduran çocuklar için dışarıda kreşe gitme hakkımızı kullanıyoruz. Servisle sabah götürülüp akşam beşte getiriliyor. Orada yaşadığı tek sıkıntı diğer çocukların anne babalarının kreşe çocuklarını karşılamaya geldiğini görüp bizim neden gelemediğimizi anlayamamak.”

Gazal Dülek, kızını ayda bir açık görüşlerde “babasının kaldığı hapishaneye götürülsün” diye dışarı yolladığını da ekliyor. Ekin, annesiyle babasını hiç birarada görmemiş.

11 Mart 2013 Pazartesi

Reha Çamuroğlu'ndan Nazar


'Öldüren inanca saygı gösterilmez'



Zulüm gören kadınlara ithaf edilmiş bir kitap; Nazar. Yazar, eski AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’nun son kitabı. Çamuroğlu kitabında ortaçağda cadı avını anlatırken; kitabın sonundaki “ek söz”de vahşice öldürülen cadıların hikâyesini 21. yüzyılda özellikle Suudi Arabistan gibi ülkelerde “devlet eliyle” katledilen kadınların hikâyesine ekliyor. Nazar’da kurumsallaşmış dinlere ve kapitalizme ciddi eleştiriler yöneltiyor Çamuroğlu. Cadı avcılarının anlayışını “melankoli, düzene isyan ve ayakların baş olmaya çalıştığı bir yer, bunların yayıldığı bir yer görürseniz, artık orada şeytanın kendisini aramaya başlamalısınız” diye özetliyor. Çamuroğlu ile ortaçağdaki cadı avlarından günümüze kadın cinayetleri ve bu cinayetlerin arkasındaki iklimi konuştuk.

7 Mart 2013 Perşembe

Orhan Tüleylioğlu'ndan Merdivende Üç Şair



Bir fotoğraf ki, tutuşturur yürekleri



Şairler yanarken kelimeleri ne olur? Kelimeleri de yanar mı? Yanar da küle dönüşür mü? Bazı kelimeler denize doğru uçuşup söner mi? Bazıları duman olup göğe uçar mı? Bazıları yere mi düşer? Şairler yangın yerinde düşerken... Şairlerin ateşe karışmadan önceki son halleri, son suretleri her bakışta tutuşturmaz mı yürekleri? Hiçbir gözyaşının söndüremeyeceği ateşler yakmaz mı yüreklerde?
Yirminci yüzyıl acıların, kırımların, savaşların yüzyılı. Robert Capa, “Düşen Asker” fotoğrafında İspanya iç savaşında vurulan askerin ölüm anını yüreklerimize çiviler. Sivas katliamından sağ kurtulan -ancak bu kırıma kalbi dayanmayan ve yedi ay sonra kalp krizi geçirip yaşamını yitiren- gazeteci yazar Battal Pehlivan’ın 1993 yılında çektiği ve ölümden önceki son “anları” kare içine aldığı “Merdivende üç şair” fotoğrafı da yüreklerimize cam parçaları batırıyor. Yaklaşan ölüm karşısındaki çaresizliğin bu fotoğrafı, her bakışta yeniden kanatıyor yürekleri... Her bakışta yeni bir cam parçası kımıldıyor içimizde... Tarihe, bir yirminci yüzyıl utancının foto-notunu düşüyor...

4 Mart 2013 Pazartesi

Amin Maalouf'tan Doğu'dan Uzakta

“Tarihin hataları” ve “parantezler”




Amin Maalouf'
un son kitabı Doğu'dan Uzakta, terkedilmiş ülkeye dönüşün, “mazi”yle, gençlikle karşılaşmanın, hesaplaşmanın kitabı. Kavafis
ünlü şiirinde “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın /bu şehir arkandan gelecektir” der ya; ne kadar uzağa giderseniz gidin ana yurdunuz peşinizi bırakmaz, ne kadar kaçarsanız kaçın çocukluğunuz-gençliğiniz peşinizden gelir...

Lübnan asıllı Fransız yazar Maalouf’un romanı, otobiyografik özellikleri baskın bir kitap. Fransa’da yaşayan ve “adını yazmaktan ürktüğü sevgili ülkesine” dönen Adam’ın hikayesi, birçok yerde Amin Maalouf’un hayatıyla örtüşüyor. İç savaşın darmadağın ettiği hayatlar ve yıllar sonra ülkelerine dönen bir grup arkadaşın hikayesi, 16 günlük bir iç hesaplaşma ve yüzleşmelerin romanı olarak karşımıza çıkıyor....

25 Şubat 2013 Pazartesi

Orhan Gazi Ertekin: Aydınlar cemaatten korkuyor

Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin , Cumhuriyet'in sorularını yanıtladı

“Cemaatten yargı alınmalıdır”
“Cemaat ordu gibi”
“Dokunulmazlığın kalkması cemaatin işine gelir”
“Cemaat partileşse Doğu Perinçek’ten az oy alır”
“Bazı aydınlar varını yoğunu AKP’ye yatırmış kumarbaz gibi”
“Osman Can politik ahlak sorunuyla malul”
“Aydınlar cemaatten korkuyor”

ANKARA - Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı, Beypazarı Hakimi Orhan Gazi Ertekin, “siyasal pozisyonunu aşan bir iktidar istemesi nedeniyle orduya benzettiği cemaatin yargıyı ele geçirdiğini” vurgularken “Cemaatten yargı alınmalıdır” dedi. Milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılmasının “cemaatin etki alanını genişleteceğini, iktidar üzerindeki vesayetini arttıracağını” ifade eden Ertekin, “Cemaat partileşse Doğu Perinçek’ten az oy alır” görüşünü dile getirdi. Ertekin, bazı liberal aydınları “varını yoğunu AKP’ye yatırmış kumarbazlara” benzetti ve “cematten korktuklarını” söyledi.

YARSAV’a karşı kurulan ve referandumda “evet”i savunan Demokrat Yargı Derneği, HSYK seçimlerinden sonra karıştı ve eşbaşkanlardan Osman Can istifa etti. Diğer Eşbaşkan Orhan Gazi Ertekin “Yargı Meselesi Hallolundu!” kitabında HSYK seçimlerinde “Bakanlık aday göstersin eşeğe bile oy veririm” diyen hakim üzerinden “eşekli demokrasi”yi anlattı. Kendisini “ideolojik köken olarak sosyalist” olarak nitelendiren Ertekin’le sohbet ettik. Osman Can’la yollarının ayrılması, yargıya sert eleştiriler getirirken “yetmez ama evet”ten pişmanlık duyup duymadığı ve büyük davalarla ilgili sorularımızı yanıtladı. Yanıtları özetle şöyle: