12 Haziran 2011 Pazar

'Büyük Yolculuk'tan 'Beyaz Dağ'a Jorge Semprun

Birileri yazmak için geri döner

Semprun kitaplarında hayatına sızan ölümü anlatırken, yaşananların dehşetini de ölümsüzleştiriyor. Yazar, bir kitabında "artık yanan insanın kokusunu anımsayanların kalmadığını" söylüyor. Nazi kamplarından geçen milyonlar soğuk istatistiklere, hayatları da tarih kitaplarındaki uzak bilgi notlarınadönüşüyor.
http://tureykose.blogspot.com/2011/06/buyuk-yolculuktan-beyaz-daga-jorge.html


Türey KÖSE

Bazı tarihler, bazı kuşakların yaşamına silinmez "milat"lar olarak düşer . Bazı yaşantılar, uzak "anı"lara dönüşmeye direnir . Savaşlar, göçler, işkenceler görmüş kuşakların yaşamları gibi. Yüz binlerce, milyonlarca kişinin Nazi kamplarında geçen ve daha sonra sözlüklere "soykırım"sözcüğünün karşılığı olarak girecek öyküleri gibi . Bu "milat" lardan geçenlerin yaşadıkları peşlerini bırakmaz, ölüm tüm hayatlarına sızar. Milyonlarca kişi ölür, yüz binler "ölümün içinden geçer" ve "birileri yazmak için geri döner"...İspanyol asıllı Fransız yazar Jorge Semprun, "yazmak" için geri dönenlerden. Semprun İspanyol iç savaşı yenilgisinden sonra ailesiyle birlikte Fransa'ya kaçmış bir komünist. Burada Fransız direnişine katılmış ve Gestapo tarafından tutuklanıp Nazi toplama kampı Buchenwald'a götürülmüş. Buchenwald tüm yaşamına silinmez damgasını basmış ve yazar 20 yaşındayken yaşadıklarını anlattığı ilk kitabını 40 yaşındayken yayımlamış. Hayatın sanata yol verecek kadar geride kalmasından ve İspanyol Komünist Partisi'nden atıldıktan sonra. Semprun, "düşüncesinin kısmen ve partizanca buzullaştığı" yılları geride bıraktıktan sonra "Büyük Yolculuk"u yazmış. Semprun, dilimize önce "Ölüme Yolculuk", daha sonra da "Büyük Yolculuk" adıyla çevrilen bu ilk romanından son çevrilen romanı "Beyaz Dağ"a dek tüm kitaplarında ölümün içinden geçenleri ve "belleğindeki küller"i anlatıyor. "Duman" olmuş milyonları unutuluştan kurtarıp insanlığın ortak belleğine kazıyor..."Büyük Yolculuk" otobiyografik bir anılar bütünü değil, yazınsal bir dönem başyapıtı. Nazi kamplarında yaşananlar üzerine çok şey yazıldı, çok şey anlatıldı. Ancak, hayatı ayrıntılarıyla kayda geçirmek başka , roman yazmak başka . Semprun bir romancı. Üstelik, büyük hayatlar yaşayan Hemingway'ler, Malraux'lar, Gray'ler kuşağından. Büyük hayatları, insanlığın o dehşet milatlarını Semprun gibi usta bir yazar kaleme aldığında "Büyük Yolculuk" gibi bir dönem klasiği ortaya çıkıyor. Semprun, öyküsünü olduğu gibi anlatma kolaycılığına teslim olmamış bir yazar. "Yazmak ya da Yaşamak" adlı kitabında , yaşadıklarını yazarken her şeyi yapmacıksız, olduğu gibi anlatmak gerektiğini söyleyenlere, bir edebiyatçının yanıtını veriyor:"İyi anlatmak demek, anlaşılacak şekilde anlatmak demektir; bu da bir miktar sunilik olmadan olmaz. Anlatılanların sanat olması için yetecek kadar sunilik." Yazar, "sosyalist gerçekçi" diye anılan yazarların düştüğü tuzaklara da düşmüyor. Lucas'ın kendisine yakıştırdığı "toplumcu gerçekçi" sıfatını kabul etmiyor:. "Büyük Yolculuk"u dilimize çeviren Nedim Gürsel'in kendisiyle yaptığı söyleşide bu konudaki soruya şu yanıtı veriyor:"Lucas'ın romanımı toplumcu gerçekçi bir yapıt olarak değerlendirmesine katılmıyorum. (...) İspanyol Komünist Partisi'nde yöneticiyken, toplumsal gerçekçiliğin göklere çıkarıldığı dönemde bile pek fazla yakınlık duymamıştım bu anlayışa. Oysa biliyorsunuz o dönemde Marksçı kuramın resmi sanat anlayışı olarak kabul ediliyordu toplumcu gerçekçilik. Yazında olduğu kadar plastik sanatlardaki uygulamalarına da karşıydım. Bu uygulamalar belli bir politik durumun yarattığı ideal toplum özleminden kaynaklanıyordu çünkü. Böyle bir yaklaşımın gerçekçilikle olmadığı gibi, Lucas'ın öngördüğü eleştirel gerçekçilikle de ilişkisi yoktur."Öykü , 120 kişinin üst üste yığıldığı bir vagonda başlıyor. İspanya'dan Fransa'ya göçen ve burada direnişe katılan Gerard, Gestapo tarafından yakalanmış. Gerard, bir felsefe öğrencisi. Tren bilinmeze doğru ilerlerken düşünüyor, vagondaki dikenli tellerin arasındaki deliklerden o anda geçtikleri Moselle vadisini seyrediyor. Kendisini "yurtsever" olarak tanımlayan Semurlu delikanlı, ısrarla Gerard'la konuşmak istiyor. Bu genç adamın yolculuğun sonunu göremeyeceğini biliyoruz. Bu bilgi, diyalogları, öyküyü daha da dokunaklı kılıyor. Kitapta , gelgitlerle Gerard'ın tren öncesi ve sonrası yaşamı anlatılıyor.."Büyük Yolculuk"un kahramanı, Semprun'un "ikiz kardeşim" dediği Gerard. Gerard, yazarın ikiz kardeşi ama O değil. Tıpkı, Semurlu genç diye birinin gerçek yaşamında olmadığı gibi. Yazar, "Yazmak ya da Yaşamak" adlı kitabında "Semürlü genci bana arkadaşlık etsin diye kendim uydurmuştum. Kuşkusuz, Compiegne'den Buchenwald'a yaptığım gerçek yolculukta yaşadığım yalnızlığı bir kez daha tatmayayım diye de...O Semürlü genci uydurdum, konuşmalarımızı uydurdum: Gerçekliğin çoğu kez uydurmaya, uydurulmaya ihtiyacı vardır, hakikat olabilmek için...Yani akla yakın, inanılabilir olmak için." diyor...Semprun, dört gün beş gece süren tren yolculuğunu görsel , sinema diline yakın bir dille anlatıyor. Öykü, bir vagon gibi kısıtlı bir mekanda ve dört gün beş gece gibi kısa- göreli bir kısalık elbette, bazen bir gün yıllara, bütün bir hayata dek uzamaz mı?- bir zamanda geçmesine karşın, ileriye sıçramalar ve geriye dönüşlerle bu sınırlılık aşılıyor.Yazar, okuru Gerard'la birlikte değişik zaman ve mekanlara yolculuğa çıkarıyor...Vagonda Mosella vadisinden geçerken, bir sinema karesi gibi hemen kurtuluş sonrası Mosella şaraplarının içildiği bir akşama atlanıyor."Gittiğimiz kamp hakkında bir şeyler biliyor musun" diye soran Semürlü delikanlıya "En küçük bir bilgim bile yok" yanıtını verildikten hemen sonra "bilgi sahibi" olunan günlere geçiliyor. Semürlü delikanlı "içim ölü gibi" dediğinde, bu tümceyi çok önceden söylemiş bir kadının öyküsüne atlanıyor. Hem yarım kalmış, hem sonlanmış öyküler arasında dolanıyor okur. Semprun'un bir başka kitabında dediği gibi "Yazar dediğin bazen böyle kendini tutmalı işte, okuru yarı aç bırakabilmeli"...
'ÖZGÜRÜM, TRENDEYİM'
Romanın ana karakteri Gerard. Bu genç adamın direniş günleri, Nazi kampına gidişi ve kurtuluşu sonrası zengin ayrıntılarla anlatılıyor. Gerard, Marksizmle varoluşçuluk arasında gelgitler yaşıyor. Semprun, kitabında iki yerde özgürlük sorununa değiniyor. Birincisi, belki de kitabın en etkileyici bölümlerinden biri:"İçimi derin bir hüzün kaplıyor. Ben içerdeyim, aylardan beri içerideyim, onlar dışarıda. Yalnızca özgür olmaları değil beni hüzünlendiren, başka nedenler de var. Dışarıdalar işte!Yolların, patikalar boyunca uzayan çitlerin, meyve ağaçlarının , üzüm salkımlarının arasındalar. Onlar dışarıda, bense içerdeyim. İçime dolan hüzün, istediğim yere gidebilme özgürlüğümün elimden alınmış olmasından değil. İnsan istediği yere gitmekte hiçbir zaman bütünüyle özgür olamaz zaten. Ben istediğim yere değil, gitmem gereken yere ulaşmakta özgürdüm. Bu trenin içende olmam gerekiyordu, çünkü yapmakla yükümlü olduğum şeyler ancak buraya getirebilirdi beni. Bu trene gelmekte özgürdüm ve özgürlüğümden yararlandım. Şimdi özgürüm işte! Özgürüm, çünkü burada olmayabilirdim de. Demek içimi kaplayan hüznün nedeni başka. Daha çok, içeride olmanın getirdiği, etime bağlı bir duyguyla ilgili . Bir dışarısı var, bir de içerisi. Ben içerideyim. Gövdeme dalga dalga yayılan hüzün, bu durumun yarattığı maddesel duyumdan başka bir şey değil."Bir başka bölümde de, "Özgür bir insan olduğum için hapisteyim, hapisteyim çünkü özgürlüğümü gerçekleştirmek, onu üstlenmek istedim" diyor Gerard. Varoluşçuluğun etkisinde genç Gerard'ın bu sözleri, daha sonraki yıllarda İspanyol komünist partisinin yöneticisi olarak uzun yıllar Avrupa' yı dolaşıp, gizlenmek zorunda kalacak ve ardından da partiden atılacak Semprun'un geleceğini de bir bakıma işaret ediyor...Marksizmle Varoluşculuk etkisi altında gidip gelen Gerard ne kadar inandırıcıysa; kurtuluş sonrası acı ve dehşet bilgisini edinmenin getirdiği güçle, başta kadınlar olmak üzere herkese tepeden bakan Gerard da o kadar inandırıcı. Kampta farklı olduğunu söyleyip kendisiyle konuşmaya çalışan Alman askerine "Alman ordusunun yokolmasını diliyorum. Sizin de kurtulmanızı" diyen Gerard da, kurtuluş sonrası insanların yakıldığı krematoryum manzaralı oturma odasını dolaştığı Alman kadına "Umarım ölmüşlerdir, umarım iki oğlunuz da ölmüştür" diyen Gerard da...Semürlü delikanlı bir gün Gerard'ı "dayanmaya" çağırırken: "O neden? Yolculuğu anlatmak için mi yoksa" sorusuna "Hayır canım, geri dönebilmek için" yanıtını veriyor. "Dönmemek budalalık olurdu" diye ekliyor...Gerard, "Ötekilere anlatmak için mutlaka birkaç kişi geriye döner" dediğinde, delikanlı bunun umurunda olmadığını söylüyor:"Anlatmak benim işim değil, önemli olan geri dönebilmek. Anlatacak bir şey yok ki babalık! Bir vagonda 120 herif. Günlerce, gecelerce süren bir yolculuk. Keçileri kaçırıp ulumaya başlayan moruklar. Anlatacak nesi var bunların."Yolculuğun sonunu, "Her şey sırasında" diyerek düşünmek istemiyor Semürlü delikanlı. Yolculuğun sonunda ölüm olduğunu bilmiyorlar henüz. Nazi kamplarını, insanların yakıldığı fırınları, yanık insan kokusunun kaçırdığı kuşları , insan derilerinden yapılan dövmeli lambaları, Nazi askerleri ve köpekler tarafından öldürülen Yahudi çocukları da bilmiyorlar. Vagonda nefes almakta zorlanan insanlar var, birdenbire ölüverenler, fazla yer kaplamaması için köşeye yığılan cesetler. Sonra, bir durakta acınası çıplak bedenlerini seyreden Alman kadınlara duyulan öfke, 6 elmasının hepsini yarıya bölerek Gerard'la paylaşan Semürlü delikanlı ve havasızlıktan birer birer yere yığılmaya başladıklarında, mendillerini idrarlarıyla ıslatıp deliklerden gecenin ayazına tutup fenalaşanların yüzlerine kompres yapılması gibi öyküler de var. En çok da, ölüm korkusu. Vagonda birileri ölünce "kalptendir herhalde" diyerek ölümü kendilerinden uzak tutmaya çalışan insanların dokunaklı çaresizliği okurun yüreğine işliyor...Tren Nazi kampına doğru ilerlerken, yazar da Gerard'ın tren öncesi ve sonrası hayatına doğru yolculuklara çıkarıyor okuru.Tutsaklığın, kıstırılmışlığın, bilinmezliğin, boğuntunun mekanı vagonda, edebiyat hayatın yardımına koşuyor sık sık. Gerard , kendi kendine öyküler anlatıyor , Proust'un, Sartre'ın, Faulkner'ın bazı kitaplarını ve bu kitaplardaki öyküleri belleğinde canlandırmaya çalışıyor. Valery'nin Deniz Mezarlığı adlı şiirini içinden ezbere okuyor. "Böylece Deniz Mezarlığı ilk kez bir işe yaramış oldu" diyor. Kurtuluş sonrası "çok korkunç, tüyler ürpertici olduğunu duydukları" kampı görmeye gelen genç kızların güzelliği, ipek çorapları, rujlu dudakları Gerard'a "anlatarak , göstererek" canlarını yakma isteği veriyor. "Kır gezisine çıkmışlardı" sanki diye öfkesini dile getirdiği bu kızlara tokat atmak içinden gelirken, kamptaki işkence odasını, işkence aletlerini, cesetleri fırınların önüne çıkaran asansörleri, insanların yakıldığı fırınları, iskeletleri, SS'ler kaçarken fırınlarını söndürdüklerinden açıkta kalan cesetleri gösterip tokatlamaktan çok daha fazlasını yapıyor. Yine, kurtuluş sonrası soydaşlarının yaptıklarının ayrımında olmayan, ya da onları unutmaya çalışan bir Alman kızıyla karşılaştığında sürekli onu da incitmeye çalışıyor. Yazar, belki de dirimin, hayatın sembolü olarak gördüğünden kamp sonrası kadınlara karşı çok saldırgan. Sadece, kendisi gibi ölümün içinden geçen bir Yahudi kadının öyküsünü anlatırken kadınlara tepeden bakan o tavrını bırakıyor...Yaşamınızı değiştiremezsiniz ama yaşam öykünüzü değiştirebilirsiniz. Semprun da, değiştiriyor. Yaşadıklarını 20 yıl sonra yazıyor. Yetmiyor , kampın üzerinden 36 yıl geçtikten sonra "Güzel Bir Pazar" adıyla yeniden yazıyor. Belki de büyük hayatlar, büyük deneyimler hep bir yetmezlik duygusu veriyor insanlara ve kendini hep yeniden yazdırıyor.... Nazi kamplarındaki dehşet ve bu dehşetin unutulmazlığı Semprun'un tüm kitaplarının ana teması. Bu dehşeti yaşayanların hayatlarına sinen, damgasını vuran ölüm. Semprun "Yazmak ya da Yaşamak" adlı kitabında "Ölümden kaçmış değil de, içinden geçmiş olma duygusu benliğimi sarıyor. Ya da ölümün benim içimden geçmiş olması...Bir bakıma onu yaşamış olmak. Ölümden, insanı derinden değiştiren ­belki de başka biri yapan- bir yolculuktan döner gibi dönmüş olmak" diyor. Kendini, "bir tür hortlak" diye tanımlıyor. Bu hortlağın iki yıllık kamp yaşamının dehşeti tüm yaşamına damgasını vururken, yazdığı tüm kitapları da biraz anı-roman kılıyor. Semprun, kamp öncesi Paris günlerini anlattığı "Hoşçakal Güzel Aydınlık" adlı kitabının ilk bölümünde "Bin yıl yaşasam bunca anım olmazdı" başlığını kullanıyor. Bu anı-romanın bir başka yerinde, "Alçalmamak, gökyüzünde uçmaya devam etmek için uçaktan safra atar gibi, kuşatılmış bir kalede gereksiz kişilerin kurban edilişi gibi başka bir yaşamda adlarını taşıdığım bu kişileri kurban olarak sunuyordum. Bir roman serüveninden yararlanıp yarattığım kişileri. Ölüm bu uydurma kişilerle doyuyordu. Artık elimdekiler tükendi. Yerime ölüme gönderebileceğim hayali kişi kalmadı artık. Tüm takma adlarımı, savaş adlarımı kullandım, ölümün ıssız rüzgarında savurdum" diyor...
YAKILAN İNSANLARIN KOKUSUNU UNUTTURMAMAK
Semprun'un dilimize en son çevrilen kitabı Beyaz Dağ'ın kahramanları bir yazar, bir ressam, bir yönetmen ve iki kadın. Semprun, Avrupalı bu 5 entelektüelin bir evde geçirdikleri iki günü anlatırken, arka planda Avrupa'nın yakın tarihini izliyor okur. Sadece savaşların, yıkımların tarihini değil, Avrupa kültürünün tarihini de. Normandiya'da bir evde bir araya gelen kahramanların Madrid, Venedik, Prag anılarında Avrupa tarihi canlanıyor. Kişisel trajediler anlatılırken, Kafka, Marks, Musil, Lenin, Faulkner, Brecht, Dostoyevski araya giriyor. Joachim Patinir, Veronese gibi bazı ressamların yapıtları anılıyor, üzerlerinde konuşuluyor. Kahramanlar bazen Dostoyevski'nin Venedik gezisi sırasında Veronese'nin Dialectica adlı yapıtını görüp görmediği üzerine kafa yoruyor. Bazen Kafka'nın özel yaşamının ayrıntıları üzerine sohbet ediliyor. Özellikle de özel hayatında yer alan kadınların yazgısı üzerine konuşuluyor. 3 erkek ve 2 kadının kişisel öyküleri, aşkları, ilişkileri anlatılırken, söz dönüp dolaşıp kahramanlardan birinin "belleğindeki kül"lere geliyor:"Onlar ölmüş, duman olmuşlardı. Kendisi hâlâ hatırlıyordu. Bu, korkunç bir ayrıcalıktı. Belleği kül doluydu..." Bu "kül"ler , "duman olup gitmiş insanlar"ın anıları kahramanların bugününe, geleceğine karışıyor hep. Aşklarına dokunuyor, sevişmelerine gölge düşürüyor, ilişkilerini yaralıyor, tüketiyor. Hangi erkek, bir kadının ön kolunun iç tarafının yumuşak tenini okşarken, "Auschwitz'deki sicil numarasının mavimsi dövmesinin bulunabileceği yeri okşadığını" düşünebilir? Ölü yakma fırınlarının "inatçı anısı"ndan kurtulmak mümkün müdür? Yazar, peşini bırakmayan öyküsünün ağırlığını "Taşıdığım yük ne midir, Odysseus? Benim yüküm ölen, duman olup giden bütün arkadaşlarımın ağırlığı. Benim yüküm kendi dumanımın son derecede hafif, son derece ağır yükü. Yüküm, manzaraya yayılan o kokunun ele gelmeyen ağırlığı" sözleriyle özetliyor.Kitabın sonuna doğru kahramanlardan Juan sözü "belleğindeki küller"e getirirken, anlatmaya yine "duman"dan başlıyor:"Her zaman, her gün bir arkadaşı duman olup gidiyordu. Duman olup giden hayatın kokusundan başladı. Unutulmayacak olan, orada bulunmuş, bulunup da sağ çıkmış kişilerden başka kimseyle paylaşamayacağı bu anıyla. Bellekleri aynı iğrenç hazineleri gizleyen kuşkusuz bizimkilerden daha da zengin, daha da canavarca anılarla yüklü Sovyet Gulag'ının sürgünleri bile Avrupa mezarları üzerinde dolaşan ölü yakma fırınlarının kokusunu bilmezler. Bu bizim malımız, hayatımızın özü!"Semprun kitaplarında hayatına sızan ölümü anlatırken, yaşananların dehşetini de ölümsüzleştiriyor. Yazar, bir kitabında "artık yanan insanın kokusunu anımsayanların kalmadığını" söylüyor. Nazi kamplarından geçen milyonlar soğuk istatistiklere, hayatları da tarih kitaplarındaki uzak bilgi notlarına dönüşüyor. Fransız yönetmen Alain Resnais'in "Hiroşima Sevgilim" adlı filminde bir başka büyük insanlık trajedisinin tanığı Japon erkek, müzelerde, kent sokaklarında bombanın yıkımının izlerini arayan, gören, gördüğünü sanan Batılı kadına "Sen hiçbir şey görmedin" diyordu. Senaryoyu yazan Marguerite Duras, Japon erkeğe sürekli bu tümceyi yineletiyordu: "Sen hiçbir şey görmedin."...Hiçbir şey görmedik, hiçbir şey yaşamadık, yakılan insanın kokusunu da bilmiyoruz, bu kokunun kaçırdığı kuşları da. İyi ki edebiyat var. İyi ki, insanlığın büyük anı defterine yazılan öyküler var... Büyük Yolculuk, Can Yayınları, 237 s. -Hoşçakal Güzel Aydınlık, Can Yayınları, 195 s. -Yazmak ya da Yaşamak, Can Yayınları, 316 s. -Beyaz Dağ, Can Yayınları, 256 s.

-----------------
Cumhuriyet Kitap ekinde 17.02.2005 tarihinde yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder