12 Haziran 2011 Pazar

Lawrence Durrell'den 'Avignon Beşlisi'

Romanlarına düş kurduran bir yazar


Lawrence Durrell kimileri için "Muhteşem Lawrence", kimileri için bir oryantalist. Kendisi bir yazıda "Frenkler Doğu'ya gittiğinde ya bu insanları gözlemler, ya da onlardan kötü edebiyat yapar" diyordu. Durrell'ın "kötü edebiyat" yapmadığı açık. Avignon Beşlisi'nde okuru yine labirentlere sokuyor, yolunu kaybettiriyor, başını döndürüyor. Durrell'ın dünyasında gezinmek kolay değil, o pek de tekin olmayan yazarlar soyundan... O; tutkunun, ölümün, aşkın en mahrem, en zorlu, en gizemli, en karanlık yüzlerini yansıtan bir söz büyücüsü...
http://tureykose.blogspot.com/2011/06/lawrence-durrellden-avignon-beslisi.html



Türey KÖSE
Lawrence Durrell'ın İskenderiye Dörtlüsü, bir dönemin kült kitaplarındandı. Bir yazara en büyük övgülerden biri "altı çizilmiş" cümlelerse eğer; Dörtlü'de pek çok okurun kalemi elinden bırakmadığını söyleyebiliriz. "Neden sanki bir insan aynı anda birden çok resim veremesin" sorusuna dört romanla yanıt veren Durrell, "prizmatik görme" yöntemiyle okurun gerçek algısını derinden sarsmıştı. Her kitapta gerçeğin başka bir yüzünü göstermiş, bambaşka, biri ötekini yalanlayan, yenileyen, değiştiren gerçeklikler yaratmıştı. Bir kitaba adını veren kadın kahraman, diğer kitaplarda başka kahramanların gözüyle bakıldığında silikleşiyordu. Her kitapta başka "göz"lerden, başka hayatlardan bakıldığında bir öncekini yadsıyan, silen, sönükleştiren, yenileyen bir "başka" gerçek ortaya çıkıyordu. Einstein'ın görelilik kuramını romanlarında kullanan Durrell, baktığınız yere, zamana göre değişen "göreli" kahramanlar yarattı. Lawrence Durrell, Dörtlü'nün ilk kitabı olan Justine'de "kitabının düş kurmasını istediğini" söylüyordu. Durrell'ın bereketli romanları düşler kuruyor, düşler kurduruyor, yeni romanlar - Beşli'ler- doğuruyor...Modern romana yadsınamaz katkılarda bulunan Lawrence Durrell, 20. yüzyıla damgasını vuran yazarlardan. 1912 yılında Hindistan'da doğan yazarın yaşam öyküsünde Londra, Korfu adası, Rodos, İskenderiye, Kıbrıs, Cordoba, Güney Fransa önemli duraklar. Diplomatlık yapan-casusluk da yaptığı söylenir- yazarın yapıtlarında Yunan kültürü ve Akdeniz etkisi öne çıkar. İskenderiye Dörtlüsü ile ünlenen yazar, Avignon Beşlisi'ni 1974-1985 yılları arasında yayımlamış. Avignon Beşlisi'nin beş kitabı, Monsıeur Ya da Karanlıklar Prensi, Livia Ya da Diri Diri Gömülmek, Constance Ya Da Yalnızlıklar, Sebastian Ya da Güçlü Tutkular, Quinks Ya da Kusursuzluk Peşinde adlarını taşıyor. Kitapların adları ana temaları işaret ederken; yazar okuru gizemli, sarsıcı, çarpıcı ve bazen de yorucu bir okuma serüvenine çağırıyor. Beş kitabın çeviri süreci de kolay geçmemiş olmalı ki, romanlarda 3 ayrı çevirmenin imzası var. İki kitabı Seçkin Selvi çevirmiş, ikisini -daha önce de Dörtlü'yü çevirmiş olan- Ülker İnce ve sonuncusunu da Gülçin Aldemir. Kitapları arka arkaya okuyan okurun bu çeviri farklılıklarından tedirgin olmaması olanaksız.
DİLİN BÜTÜN OLANAKLARI
Akşit Göktürk, İskenderiye Dörtlüsü'ne yazdığı sunuşta "Durrell, İngiliz yazınının Elizabeth çağı yazarları gibi Sheakespeare gibi, Joyce gibi, dilin bütün olanaklarının tadını çıkarma çabasında bir yazardır. En kabasından, en incesine değin her türlü insan yaşantısını, güzeli çirkini, gülüncü acıklısı, yücesi aşağılığı, açığı kapalısı ile coşkuyla yazar. Bu bakımdan Dörtlü dizisi, her şeyden önce sözcüğün gücüne, unutulmuş söylem biçimine yeniden dönüştür" diyordu. Özdemir İnce de, Avignon Beşlisi'nin ilk kitabının başında okuru "bir okuma şöleni"ne davet eder. Durrell'ın "çağımızın son birkaç büyük romancısından biri" olduğunun altını çizer.Dörtlü'nün ana ekseninde İskenderiye kenti yer alırken, Beşli'de bu kez Avignon merkeze yerleşiyor. Dörtlü'de, İskenderiye bir kent olarak romanlara damgasını vuruyordu. Kahramanlardan birine dönüşen kentin gücünü, düşkünlüğünü, sefaletini, sefahatını, labirentlerini, sokaklarını okura başarıyla aktarıyordu yazar. Beşli'de aynı çarpıcılıkta olmasa da bu kez Avignon öne çıkıyor. Durell'ın kahramanlarına arka planda Freud, Einstein, Sade, Henry Miller ile Budizm ve gnostik (bilinirci) öğretiler eşlik ediyor. Avignon Beşlisi'nde Budizmin beş öğesinin (özdeksellik, duygu, algı, zihinsel biçimlenme, farkında olma) esas alındığı 5 kitap tasarlamış Durrell. İlki 1974 yılında, sonuncusu ise 1985 yılında yayımlanan 5 romanın merkezinde yer alan Avignon kentinin Ortaçağ ve Rönesans düşüncesi açısından önemi biliniyor. Temple tarikatının merkezi olması, yazarın bu kenti neden seçtiğini açıklar gibi görünüyor. Ayrıca, 1990 yılında yaşamını yitiren yazar yaşamının son yıllarını da bu kentte geçirmiş. Temple tarikatı, 1199 yılında Kudüs'te kurulmuş, özel bir banka sahibi olacak kadar zenginleşmiş, bu zenginlik rahatsız edici olmaya başlayınca da tutuklanıp engizisyon mahkemelerinde işkence görmüşler. Avignon Beşlisi, bu tarikata giren bir soylunun intiharıyla başlıyor. Bu tarikat ve intihar ritüelleri, sonraki kitaplarda yeniden okurun karşısına çıkıyor. Beşli'de gerçekle kurgu iç içe geçiyor. Kurgusal karakterler, "gerçek-asıl" karakterlere meydan okuyor. Okurun "gerçek" algısı, kavrayışı sarsılıyor, hatta yerle bir oluyor. Beşli'nin ilk kitabı olan Monsieur Ya da Karanlıklar Prensi'nde öyküsünü izlediğimiz kahramanlar, sayfalar ilerledikçe bir yazarın kurgusal kahramanlarına dönüşüyor. Gerçeklikleri soluyor, sönüyor. Kitabın sonuna geldiğinizde ise işler iyice karmaşıklaşıyor, bu kez sözü edilen yazarın da aslında kurgusal bir karakter olduğu ortaya çıkıyor...
İKİ AŞK ÜÇGENİ
İlk kitapta iki aşk üçgeni ile okurunu selamlıyor yazar. Bunlardan birinde, erkek kardeşi Piers ile eşi Bruce arasında kalan Sylvie. Diğer üçgende de, yazar Sutcliffe, lezbiyen eşi Pia, Pia'nin kadın sevgilisi Trash. Aşk, ensest, eşcinsellik, meydan okuma, kaos ve karmaşa. Bu iç içe geçmiş ilişkiler, tutkularla örülü öyküye Kudüs Şövalyeleri, gnostikler (bilinirciler) de katılıyor. Kahramanlardan Mısırlı Akkad, kitabın bir yerinde "üçlü"nün kökeniyle ilgili göndermelerde bulunuyor:"Efsaneye göre, evrenin ikisi erkek, biri dişi olmak üzere üç temel ilkesi vardı. Erkek ilkelerden birinin adı İyilik'ti, o geleceği önceden düşünüp görürdü. Ötekinin adı Döllenmişlerin Babası'ydı, o olacakları önceden bilemez ve gözle görünmezdi. Dişi ise, olacakları önceden sezemeyen, öfkeli, çifte düşünceli, çifte gövdeliydi, belden yukarısı bakire saflığında, belden aşağısı ise engerek yılanıydı. Adı Cennet'ti, İsrail'di."İlk çemberde bir üçlü, ikinci çemberde bir başka üçlü. Ve son çember açıldığında bu kez "gerçek (!)" yazar ve onun yaşamının yansımaları ile karşılaşıyor okur. Durrell, "aslında gerçek yaşamı olan düşler dünyasında" yarattığı kahramanlarla okurun kafasını iyice karıştırıyor. İlk romanın kahramanları, ikinci romanda kurgusal karakterlere dönüşüyor. İlk kitabın yazar kahramanı Sutcliffe, ikinci kitapta bu kez "gerçek" yazar Blanford'un bir kahramanı olarak okurun karşısına çıkıyor. Bu ikilik ilk kitabın adında da ortaya çıkıyor. Birinci kitap Blanford'a göre Monsieur, Sutcliffe'e göre ise Karanlıklar Prensi diye adlandırılıyor. Okur "gerçek" ve "kurgusal" kahramanlar arasında bocalıyor, şaşırıyor, sık sık yolunu kaybediyor. İlk romanda Sutcliffe'in kurgusal kahramanlarından olan Blanford'tan "Blosford" diye söz ediliyor. İkinci romanda bu kez "gerçek" yazar ve Sutcliffe onun kurgusal kahramanı olarak okurun karşısına çıkıyor, kitapta bu karmaşık ilişki "Blanford kendi dublörü Sutcliffe", "alter egosu, öteki beni" diye tanımlanıyor. Blanford kitabın bir yerinde "Benim biyografim yok, gerçek bir sanatçı olarak kitaplarımdaki bir karakter gibi yaşamın içinden geçiyorum" diyor. İlk kitabın kahramanlarından Sylvie, ikinci kitapta Blanford'un eşi Livia'ya dönüşüyor. Kim kimi yaratıyor? Kim gerçek, kim değil, kim birkaç sayfa sonra bir rüyaya, bir yanılsamaya dönüşecek? Okurun kafası karışa dursun, yazar rahat:"Kitaplar, tırmanış yapan dağcıların birbirlerine bağlandıkları gibi bağlanacaklar, ama her biri bağımsız olacak. Tırtılın kelebekle, iribaşın kurbağa ile ilintisi nasılsa öyle. Organik bir bağ."Durrell ikinci kitapta, "çapsız sanat bir titreşim uyandırır, büyük sanat ise baş döndürür" diyor. Beşlide gerçekten okurunun başını döndürmeyi başarıyor. Hem de ne "döndürme"! Durrell'ın kahramanları olaylara genel geçer ahlak, toplum kuralları açısından bakmıyor. İkinci kitaba adını veren Livia, can yakan, elde tutulamaz, özgürlüğüne tutkun, lezbiyen bir kadın. Şehvetle, tutkuyla, kurallarla aldırmadan yaşamını sürdürüyor. Durrel, "Suç, tene parlaklık kazandırır. Özsu kabarır, cinsellik tıpkı tropikal bir bitki gibi gizlice çiçek açıverir" sözleriyle bu kahramanını yüceltiyor. Bazı ilişkileri de Freud hayranı Constance'ın sözleriyle yorumluyor: "Tu, bir keresinde doğanın kendisine kısır -yani biyolojik bağlamda caiz olmayan aşklar yaratarak, doğurganlık dengesizliğine çare bulduğunu söylemişti. " Kitaplarda en fazla "biyolojik bir caizlik" sorgulanıyor, asla ahlaksal değil. Livia 'da eşinin aldatması üzerine dehşete düşen Blanford'un "yüreği acıyla ve tiksintiyle burkuldu" diyor yazar. Ve ekliyor: "Bu, ahlakçı bir tepki değildi- yalnızca aldatmacayı gaddar ve gereksiz bulmuştu". Bu sözler, İskenderiye Dörtlüsü'nde karısı Justine'in savrulmaları karşısında şefkatli bir sahiplenme sergileyen eşi Nessim'in sözlerini anımsatıyor"Ne yapabilirdim? Justine birçok yönden benim için oldukça zorluydu. Yapabileceğim tek şey onu aşkta geçmekti -elimdeki tek koz buydu. Onun önünden gidiyor, ayağının nerede sürçeceğini önceden biliyordum; her düştüğü yerde beni buluyordu, ayağa kalkmasına yardımcı oluyor, düşmesinin önemli olmadığını göstermeye çalışıyordum. Alt tarafı benim en önemsiz yanıma leke sürüyordu- ünüme"
'İNTİHAR DERNEĞİ'
Durrell, dördüncü kitabın ilk sayfasında yer alan "Sinsi aşk cinleri, elbet çağdaş dünyanın sunduğu o suyuna tirit ahlaksal azıkla beslenmiyordu artık" sözleriyle de kahramanlarının ahlak kurallarını hiç önemsemediğini bir kez daha vurgulayacaktır. İkinci kitapta, eksantrik Mısırlı prens ve arkadaşı Affad kahramanlar arasına katılıyor. Livia'nın can yakan, yürek yakan, kötücül güzelliğinin yanında arka planda kalan kız kardeşi Constance kitabın sonuna doğru öne çıkmaya başlıyor. Yazar, Constance'a tuttuğu aynanın tozlarını siliyor ve oradan yansıyan güçlü bir kadın karakteri okurun önüne çıkarıyor. Constance, üçüncü kitaba adını verirken, yaklaşan ikinci dünya savaşı öncesinde kahramanlar Avignon, İsviçre ve Mısır'a doğru dağılıyor. "Avrupa bütünüyle bir intihar derneği" gibi görünmeye başlarken, yaklaşan savaş kahramanların hayatlarına da damgasını vurmaya başlıyor. Constance Freud hayranı bir doktor olduğundan, Freud ve düşünceleri, psikanaliz öyküleri bu kitapta geniş yer buluyor. Constance, ikinci kitapta kardeşi Livia ile ilgili tüm gerçeği öğrendikten sonra bir doktor olarak kardeşini "Sapkınlık biçiminde ortaya çıkan mutlak narsisizm, anne tarafından terkedilmişlik duygusundan kaynaklanır. Daha da acısı, narsisizmi doyuran cinsel dürtü, aslında terk eden anneye yönelik ensestin taklididir" diye anlatacaktır.
MASALLARIN BÜYÜLÜ SESİ
Constance ile Mısırlı sevgilisi Affad'ın aşkı, Batı-Doğu ikileminin sergilendiği bir karşılaşma, çatışma alanıdır bir yönüyle. Hem çatışma vardır, hem de görkemli bir bütünleşme. Bir yanda trajedi vardır, diğer yanda masalların büyülü sesi. Yazar, bir aşk ilişkisinde Doğu-Batı ikilemini sorgular. Constance , Sylvie, Livia gibi kadın karakterlerin Dörtlü'nün kahramanlarından Justine'den izler taşıdığını da eklemek gerekiyor. Aslında, Beşli'de birçok yerde Dörtlü'yü çağrıştıran, anımsatan bölümler az değil... Dördüncü kitapta ölüm teması öne çıkıyor. Ölümün "intihar" hali. Bir bilinirci ve Mısır'da bir intihar derneğinin üyesi olan Affad aracılığıyla seçilen, yaklaşan, beklenen, özlenen ölümü izliyor okur. Ölümle Yüzleşme Cemiyeti üyesi Affad, tutkulu bir aşk serüvenine girince daha önceden verilmiş ölüm kararını sorgulamaya başlıyor. Ölüm, hem "korkunç derecede çekicidir" Affad'a göre, hem de "insanları devindiren bir tutku". "Büyük reddediştir", "tek şiirsel eylemdir". Ancak bilinircilere "sıradan intihar" yasaktır. Aslolan "Kabullenme eylemidir. Ama kendilerine karşı kalkan el, kendi elleri değildir". Bu "bir başkasının eliyle" törensel intihar anlayışı öyküye gizem ve serüven duygusu katıyor. Kitapta "Engizisyon" başlıklı bölümde Türkiye de anılıyor. Ancak, yazarın Türklere karşı pek sevecen olmadığı biliniyor.Son kitapta, Doğu-Batı, aşk-ölüm, gerçek-kurmaca ikilemleri yeni sorular, açmazlar, çelişkiler doğurmayı sürdürüyor. Bunların bazılarını "son"lara ulaştırıyor yazar, bazılarını ortada bırakıyor. Beşli, "Tam bu anda olgunlaşmış gerçeklik, kurmacanın yardımına koştu ve öngörülmesi olanaksız şey oluşmaya başladı" sözleriyle noktalanıyor...Lawrence Durrell kimileri için "Muhteşem Lawrence", kimileri için bir oryantalist. Kendisi bir yazıda "Frenkler Doğu'ya gittiğinde ya bu insanları gözlemler, ya da onlardan kötü edebiyat yapar" diyordu. Durrell'ın "kötü edebiyat" yapmadığı açık. Avignon Beşlisi'nde okuru yine labirentlere sokuyor, yolunu kaybettiriyor, başını döndürüyor. Durrell'ın dünyasında gezinmek kolay değil, o pek de tekin olmayan yazarlar soyundan... O; tutkunun, ölümün, aşkın en mahrem, en zorlu, en gizemli, en karanlık yüzlerini yansıtan bir söz büyücüsü... Monsieur Ya da Karanlıklar Prensi, Livia Ya da Diri Diri Gömülmek, Constance Ya da Yalnızlıklar, Sebastian Ya da Güçlü Tutkular, Quinks Ya da Kusursuzluk Peşinde/Lawrence Durrell/Can Yayınları
----------------------------------------------
Cumhuriyet Kitap ekinde 12.07.2007 tarihinde yayımlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder